30.9.09

Ne arıyorsan içindedir:)

Bu sabah servise yürürken bir apartmanın duvarında rastladım bu resimlere... nasıllar ama... insanı güne güzel hazırlıyor... paylaşayım dedim...

29.9.09

Benim koltuğum mu değerli astronotunki mi?


bazen buradan uzak kalıyorum. insan ciğerini açmak/açmamak/açmakta çekimser kalmak/sonuna kadar paylaşmak arasında gidip geliyor...
insan bazen zincirlerini kırmalı değil mi? mesela tatile gitmek... sahilde ayaklarını uzatmak, arkadan çocukların kumda oynama sesleri gelse. baktım da şöyle bi yazdıklarıma, umutlarıma, hep bir gitmek var. oysa ki ben hayatımın bu evresinde "gitmeyi"/hayatı değiştirmeyi/köklerini bırakmayı/en azından bir dönemliğine bırakmayı; bırakmış, bırakmaktan vazgeçmiş biriyim...
bazen bir yere köklerim bassın istiyorum, sonra masamda sola dönüp dünya haritasına bakıyorum.. yüzlerce ülke. bilmiyorum. gidebilirim de kalabilirim / nedenlerine bağlı!!!

düşünsenize şu işimize ne çok vakit harcıyoruz. hiç sevmediğimiz, bizim seçmediğimiz insanlarla dipdipe çalışıyoruz. iş umrumda değil diyenlere inanmayın, hepsinin umurundadır. bu krizde / ki bu krizi de sonuna kadar kullandıklarını düşünüyorum/ kim kalmak ister ki işsiz... onu gülümse, buna sırıt, sonra herkesin arkasından konuşanların, el ense öpüştüklerini görmek. sonra sana gülenlerin arkandan konuştuklarını duymak...
böyle bir ortam işte işyeri. sonra ay başında maaşını al bir günde bitsin/en fazla 15ine kadar dayansın... eeee??? so what??? mesela uzaylılar yukarıdan bakıp bize gülüyorlar mıdır? düşünsenize uzaydan bakarken ne kadar küçüğünüz... hele türkler. kalabalıklar ama küçükler... yani en azından rus/hint/amerikan olsaydık uzaya çıkıp büyük olduğumuzu gösterebilirdik. o da yok...olduğumuz topraklarda sayıyoruz... sonra işyerinde biri gelip senin önüne geçmeye çalışıyor... aloooo, alem uzaya çıktı sen benim koltuğumu istiyosun... sıkıysa git de mars'ta su bulan hintli astronotun koltuğunu al bakalım. ancak dikip dikebileceğin göz benim koltuğuma uzanabilir.. ama tabii dikebilirler fiziki olarak / çünkü koltuğum koccaaa gazetenin /müdürler hariç/ en güzel masası. en köşedeyim.. tam sote, ekranımı kimse görmüyor... ee bu koltuğa oturmak için ben 8 yılımı verdim, sen de ver sen de al di mi... (sıkıcı/soğuk/anlamsız salı gününden vurdum işte... bakalım gün ne getirecek?)
Foto: bizim binadan muhteşem gün batımı... ceple çektiğim için çok iyi değil ama yine de sevdim ben renkleri...sonbaharın tek güzel yanı bu mudur? günbatımı...)

Şems'in 40 kuralı

Kural 19: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

21.9.09

Viva Cuba, Viva Revolucion!!!

Latin Amerika'nın en ünlü şarkıcılarından biri Juanes... Kolombiyalı... kendisi için aynı zamanda bir afet de denilebilir kimi durumlarda.. tabii ilgi alanına esmerler ve güney amerikalılar girenler için...
neyse konumuz Juanes'in tipi değil, bu hafta imza attığı bir konserdi... Konserin yeri Küba'ydı. tabii yer küba olunca benim ilgim de birkaç kat arttı. gönlünün tamamını muhteşem ülkede bırakan biri olarak. Konseri düzenleyen "Sınır tanımayan barış" adlı bir örgüttü. asıl amacı Küba ile ABD arasında bir köprü oluşturmak ve ambargoya dikkat çekmekti. Devrim Meydanı'ndaki konsere 1 milyon kişi katılmış.. ben niye bu soğuk sıkıcı istanbuldayım da dünyada bir milyon şanslı kişi ordaydı... neden?
bu anlamsız soruya asla yanıt veremedim bu zamana kadar... ama bolca arttırdım seçenekleri, neden arjantinde tango yapmıyorum, afrikada fillerin üzerinde gezmiyorum veya kuzey kutbunda bir dağ evinde şömine karşısında somon füme yemiyorum... içim sıkıldı yine..
neyse geri dönüyorum... konser yapıldı. beyazlar içindeki şarkıcılar kübalılar müzikle kendilerinden geçtiler. tabii müzikten, hayattan, güzelliklerden nasibini almakta hep iki kere düşünen, asla kendini hayatın akışına bırakamayacak kadar cahil amerikan halkına da bu konseri protesto etmek kaldı. neden mi? efendim neden Juanes "diktatör" bir ülkede konser veriyormuş... sanane? koca bir milyon kişi mutlu da bi siz mi "kurtaracaksınız" küba'yı? kurban olsunlar küba'daki güzelliklere diyorum, siz gidin hamburgerlerinizle beslenin, küba karşıtı propaganda yapın... daha çok milyonların katıldığı konserler yapılır kübada... darısı benim de o milyonların içinde biri olmamı nasip eder inşallah!!!

(çözünürlüğü çok iyi değil ama dailymotion'dan bulduğum bir konser görüntüsüyle sizi başbaşa bırakıyorum. youtube'a girenlere sesleniyorum: http://www.youtube.com/watch?v=j6p_hoXj3Dw bu linke tıklarsanız birçok videoyu izleyebilirsiniz...

Viva Cuba, Viva Revolucion!!!


Ev açması baklava yoksa bayramın ne anlamı olur ki?

Küçükken nefret ederdim bayramlarda erken kalkmaktan... babam sabah namaza giderdi, geldiğimizde kahvaltı masası mutlaka hazır bulunmalıydı... annem zavallı, emektar kadıncağızım evin. erkenden kalkar bütün masayı hazırlar sonra bizi uyandırırdı... eğer bir yere gitmeyeceksek ben kahvaltıdan sonra yine uyurdum... tabii öncesinde ailece bayramlaşırdık...
yıllar geçtikçe bayramları daha çok sevmeye başladım. hatırlarım da yollar bir işkenceydi eskidende... hani şimdi trafikten şikayet edenlere sözümdür... annanemler anadolu yakasında oturuyorlar. biz ise bahçelievlerdeydik yıllarca... arabaya atlardık. öyle bir trafik olurdu ki dur-kalk-dur-kalk... hatırlarım da ablamla iskambil kağıtlarını alır arka koltukta oynardık. sonra bir de adetimiz vardı yanımıza mutlaka kasetler toplardık.. en sevdiklerimizden. çünkü köprüye yaklaştıkça radyo çekmezdi. radyoyı kapatır kasetleri dinlerdik teker teker... oya-bora vardı hatırlıyorum da...
ayyy ne nefret ederdim o trafikten yoldan... görüyorum ki aradan yıllar geçmiş hiçbir şey değişmemiş...
trafik aynı iğrençlikte devam ediyor. ama o kötüleştikçe benim içimdeki bayram tutkusu büyüdü. artık sabahları erken kalkmaktan, iğrenç trafiğin sonunda annanemin (artık yaşlandığı için bayrağı teyzeme devretti), hep beraber kahvaltı etmekten, en güzel giysilerimi giymekten ve sokakta tanımadıklarıma iyi bayramlar demekten çok mutlu oluyorum. yaşlanıyor muyum ne? olsun... eğer yaşlanmak buysa ben bunu da seviyorum demek ki...
herkese bol bol tatlılı (mümkünse ev açması baklavalı), bol harçlıklı (yeğenlerime ben harçlık veriyorum artık- kesin yaşlandım), bol keyifli bir bayram diliyorum.. biz gazeteciler köle olduğumuz için çalışıyoruz-- çalışmayanlara selam olsun!!!

9.9.09

Bu da benden bir Kürtçe açılım

Bizim gazeteden çok saygı duyduğum biri, aşağıdaki "seni seviyorum"a bir katkıda bulunmak istemiş... "Ez jı te hez dıkım"... ben de isteğini kırmayarak not ediveriyorum...

7.9.09

Seni seviyorum...

Dünyanın en güzel sözüdür... hem söylemesi insanı mutlu eder hem de söylenmesi... bundan daha güzel bir söz var mıdır ki dünyada insanı bambaşka bir boyuta taşısın... yoktur, yoktur, yoktur... yani hepimiz gitcez bi gün, valizimizi toplayıp. ne bileyim, yağmur yağıyor, sonbahar geldi... diyorum ki, öyle saçma içi boş balonlarla değil, böyle eylül ya... içimden geldi. diyesim geldi işte... kırmadan, vurmadan, ağlamadan geçen günleri düşünün, sevdiklerini, özlediklerini, arzuladıklarını düşün.. ne çıkar ki desen birilerine.. ne çıkar? bilge der ki: seç beğen al o zaman...

Afrikaca: Ek is lief vir jou!
Arnavutça: Te dua!
Ermenice: Yes kez si'rumem!
Baskça: Maite zaitut!
Bosnaca: Volim te!
Bulgarca: Obicham te!
Hollandaca: Ik hou van je!
İngilizce: I love you!
Farsça: Tora dost daram!
Fince: Mä rakastan sua!
Fransızca: Je t'aime!
Almanca: Ich liebe dich!
Yunanca: S’agapo
İbranice: Anee ohev otakh
Macarca: Szeretlek!
İzlandaca: Eg elska thig!
İtalyanca: Ti amo!
Latince: Te amo!
Norveççe: Jeg elsker deg!
Portekizce: Eu te amo!
İspanyolca: Te amo!
Gallerce: Welsh Rwy'n dy garu di!

Yalnız hasta olunmuyor, ateşe bakacak biri lazım...

Şimdi yaz bitti mi? Geldi mi eylülle sonbahar? Haftasonu nasıl bir grip, nasıl bir grip... bu sinüslerimin artık bir icabına bakma zamanı geldi sanırım. bir ara yüzümün burundan yukarı alnımın sonuna kadar olan bölümünü kesip atasım geldi... sonra masanın önümde kaydığını gördüm. direniyorum, direniyorum, direniyorum... ama sonra bir düşüyorum. gümbürtt diye ses çıkıyor...
anlayacağınız ben bu havaları hesaplayamıyorum. bin metrobüse klima, gel işe klima... sonra da akamayan burun, ağrıyan bir baş, kırılan bir vücut.. hastalık anladım ki bir gün "pik" yapıyor; yani seni gerçekten yataklık yapıyor, ardından da geçiyor işte. aldım antibiyotik, minoset, burun damlası v.b. gibi ilaçları... dizdim işyeri masamın üzerine... hastalığımı yenmeye çalışıyorum...
bir de şunu söylemeden geçemicem. hastayken anladım ki, mutlaka etrafınızda sizden çok daha hasta olduğunu kabul ettirme çabasında olan bir sürü insan oluyor. hayır ben daha kötüyüm, hayır ben daha kötüyüm... ben hiç sevmiyorum saatlerce hastalığımdan söz etmeyi... bi anneme nazım geçer; eee o da olacak o kadar. insan anneyi görünce bir anda salıveriyor kendini fark ettim bir kez daha... onun ateşini ölçmesi, pişirdiği ıhlamur falan bir başka oluyor...
neyse hastalanmak kötü bir şey; ama en kötüsü hastayken yalnız olmak...
o zaman bilge di-yor-ki: yalnızlık allaha mahsustur, sevin sevilin...

Hadi bakalım iyi, güzel, kutlu, mutlu ve huzur dolu bir hafta geçirelim...

6.9.09

Şems'in 40 kuralı

18- Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan'ı tanır...

4.9.09

Bir lokantadan daha alkole elveda.. yakında alkolü de bulamıcaz...


Ramazandan önceydi... Hep yazacaktım ama araya bi şeyler girdi... Neyse yerimiz, Beykozda bir lokanta var. aslında belediyeye ait.. ama alkol mevcuttur.
adı "Beltaş balık lokantası"... beykoz sahilden ilerliyorsunuz, gidin gidin...çubuklu hayal'i geçin; surları geçin; geçin de geçin... solda kalıyor. böyle sahile sıfır bir yer... bir de böyle güzel manzaraya zor rastlanır... en son bir yıl olmuştu gideli. arkadaşım dedi ki hadi balık yiyelim... dedim gel beltaşa gidelim. orada alkol yoktur. yoo, vardı. böyle balıklar ayağının altında geziniyor. muhteşem manzara, açık hava... "valla yoktur gitmeyelim"... "yok bi bakalım"..

daha arabayı park ediyoruz. yanımızda otopark görevlisi. "açıksınız değil mi?"... otoparkçının ilk sözü şu oldu: "açığız ama artık alkol yok"... yani tipimiz mi kronik alkolik gibi gösteriyor anlamamıştım valla... "peki ne zamandır yok?"..."15 gün oldu"...

ne yapalım, artık girmiştik, bi de alkol yok diye çıkılmaz ki. ne bileyim çıkamadık işte. gittik oturduk. mezeler, salata, çupra... yedik de yedik. manzaraya da doyduk... ama işte olmuyor. balık beyaz şarapsız, rakısız olmuyor, olmuyor, olmuyor. gül gibi lokantayı da kendilerine benzettiler işte... gitmem bi daha da... alırım balığımı rakımı evde kurulurum fondu müzeyyen abla..:))

yine de gitmek istiyorsanız, adresi verebilirim.. .manzarası da yukardadır, alkol yerine alın da doyun durun artık:))

Antalya pazarında, sıcağın altında bir gün...



Antalya'ya niye mi gittim? Bizim gazeteyle ilgili bir haber yapmak için... Bir devlet başkanı geliyordu benim de onu karşılamam gerekiyordu.. cumartesi günü öğleden sonra işim bitti... haberleri attık, istanbulla konuştuk... her şey tamamdı. uçak 7de... ne yapcaz? ben dedim pazar gezcem... hava nasıl sıcak? ama ilginçtir hiç terlemiyorsun. istanbul gibi insanı mahveden bi kent değil yani...
bir de sanki antalya'da kimse oruç tutmuyordu. herkes elinde bir cigara, kahveler full... lokantalar tıklım tıklım... zaten o sıcakta susuz nasıl dayanılır bilmiyorum ki? sonra aklıma arabistan, kahire geldi... kahirede mayısta herkes uyuyordu, şimdi oruç da var, herhalde gün akşam 8den sonra başlıyordur diye düşündüm...
neyse resmi giysileri çıkarıp elbisemi giydim... kafamda da bir bandana.. ıslatıp ıslatıp duruyorum, arada da pazar tezgahlarına dalıyorum... bi kere kadın hakimiyeti vardı pazarda.. kadınlar toplamışlar sebzeleri meyveleri ne güzel satıyorlar. sonra çok ucuzdu. 30-50 kuruşa domates vardı...
antalya pazarında hiç görmediğim şeyler de gördüm. ne yapalım biz istanbullular kimi zaman uzaylı olabiliyoruz: örneğin, mor sivri biber... sonra hunnap diye bir meyve... böyle minik susuz, kuru tatlı elma gibi tadı...
gezdim, hepsinden aldım kendime... sıcaktan pişmiş bir halde, uçağa yetişip eve döndüm... ama maceralar bilgeyi bırakmaz ki normal bir hayat sürebilsin.. sonra havaalanında neler geldi başıma... ama artık orası da bana kalsın... yeter artık ciğerimi biliyosunuz...
neyse sözün özü, antalyaya yazın gitmeyin; hele ramazanda hiç... bi de hunnap alın yiyin, diyor ki pazarcı: "kolostor"a iyi geliyomuş.!!!

Erkekler sözüm size: allah aşkına bir dolma sarın... n'olur!!!

Gelen protestolar üzerine söylüyorum. yemeğin adı, "kabak çekirdeği dolması" değil "kabak çiçeği" olacakmış... öncelikle bunu düzeltiyorum..
ardından buradan erkeklere bir çağrım var: yemin ederim kadın olmak zor iş... hele de dolma saran kadın olmak... allahım ilk kez yaptım yemin ederim 3 saatim geçti. aktara gittim baharat almak için. içerde bir erkek müşteri; ev kadını edasıyla "aaa kabak çiçeği dolması mı yapacaksın? aaa o tek yenmez ama yaprak da sarsana" dedi... vardır ya öyle erkekler... genelde emeklidirler onlar. evin her işiyle eşlerinden daha çok ilgilenirler. pazara giden ve alışveriş yapanları kast etmiyorum. mutfağa girip pişirenler vardır ya hani. işte bu amca da öyleydi. bana ayak üstü, yenibahar, fıstık, üzüm almam gerektiğini anlattı detaylı olarak... iyi dedim girdik bir işe bitirelim...
eve geldim, yaprakları haşladım, dolmanın içini hazırladım. tamam işin bu kısmı güzel... kolay... ama asıl iş bundan sonra. al yaprakları içine koy dolma içini.. ama ne kadar koycam. çok koyuyorum yanlardan taşıyor. az koysam "aa içini ne de az koymuş" diyecekler... yemin ederim yaşamımda verdiği kararlar bundan daha kolaymış... neyse göz kararı yerleştirdim. arada da serçe parmağıma bakıyorum, hani derler "aaa bak incecik sarmış" diye... işte benim arkamdan da öyle söylensin diye ne mutlu oluyorum... sarıyorum sarıyorum sarıyorum. yavaş yavaş belim ağrımaya başlıyor. kalın, ince, içi dolu, taştı, az oldu... neyse diyorum bilge, kabak çiçeklerinin içini doldur da mola ver sarmalara... böyle lahana dolmasına benziyorlar, incecik... ama çok güzel renkleri var; sarı sarı...
neyse böylece saatlerim geçiyor... alta sarmaları, üste de kabak çiçeklerini yerleştirip, bir çay bardağı da su koyarak yerleştiriyorum ocağın üstüne...
yarım saat geçiyor ve tabii ki bekleneni yapıp annemi arıyorum. "anne bu ne zaman pişecek?"...
"aaaaa sarma mı yaptın? hayırdır?"... kadıncağız hala alışamadı benim mutfak aşkıma... deli, özgür, çok çalışanım ya ne işim var mutfakta... "anneciğim konu bu değil, girdik bir olaya işte"... "tadına baksana akıllı", "oruçluyum"... "aaaa ucundan bi bak bi şey olmaz. yemeyeceksin ya"... peki. öyle yapayım. evet pişmiş, ucundan ısırdım azıcık... telefonu kapamadan diyorum ki anneme: "yemin ederim bugün anladım ki ev kadınlığı çok zormuş.. canım annem, bu yaşıma kadar bana yedirdiği sarmalar için sana binlerce teşekkür. değerini bi kez daha anladım::)"...
kötü haberim, piştikten sonra fotosunu çekip size gönderemiyorum (onun yerine antalya pazarında çektiğim fotoyu koyuyorum yukarı). bi dahaki sefere artık. o da ne zaman olursa tabii.. bilgenin içinden gelecek bekleyin siz... belki bir ilham gelir... nasıl olduğunu artık yiyenlere sorarsınız.. bulursanız tabii::))
son söz şudur: erkekler; hadi bi de siz sarın da yiyelim...