31.5.09

ORADAYDIM!!!


Yer: Denizli
Tarih: 30 Mayıs 2009
Neden: Denizli - Beşiktaş Maçı
Sonuç: BEŞİKTAŞ ŞAMPİYON!!!!

29.5.09

Nutkum tutuldu valla::))

Arkadaşım ev arıyordu... bu ilanı bulmuş. üzerini tıklayıp okuyun ne olur.. hep beraber koptuk ve şu soruyu sorduk kendimize: niye travestiiiiiii???

28.5.09

Kuru fasulye ve Fenerbahçe!!!::)))

Kadının Günlüğüne yazdıkları:

Bugün üç yıl bitti. Onun karşısına gelinlikle çıktığım günkü kadar mutluyum. Tanrım, onu ne kadar seviyorum. Mükemmel birerkek,cazibeli, yakışıklı, anlayışlı,sevecen, her şey var. Bugün Cumartesi, bıraktım arkadaşlarıyla eğlensin. En sevdiği yemek olanpastırmalı Kurufasulye ile pilav yapıyorum. Pişti, demleniyor. Banyo yaptım, en sevdiği kıyafeti giydim. Yemekten sonra, şöminenin karşısına bir şişe kırmızı şarapla uzanacağız... Eve geldi sonunda.Beni öpüşü biraz soğuktu, aklı başka yerde sanki. Aman Tanrım, yoksa? Tüm cilvelerime rağmen, bana yanaşmadı. Arkadaşlarıyla ne yaptığını sordum, ağzında birşeyler geveledi. Yemekte biraz keyfi yerine gelir gibi oldu, ama hala dalgın, hala uzak, hala kabuğuna çekilmiş. Herhalde ÖTEKİNİ düşünüyor. Benden genç mi acaba? İşyerindeki sarışın pazarlama temsilcisi olmasın? Şöminenin karşısında şarabımızı yudumlarken, artık dayanamadım 'neyin var?'diye sordum. Gülümsedi, zoraki bir gülümseme, acı dolu, uzaklıkdolu.. 'Yok birşeyim' diye geçiştirdi. O gürül gürül yanan aşkın bu kadar çabuk biteceğine inanamıyorum, daha dün bana ebediyete kadarbenimle olmak istediğini söylüyordu. Bugün aramızda iletişim kopukluğu başladı bile. Belki de kilo alıyorum. Çok mu vır vır yapıyorum? Elini tuttum. Elimi okşadı, ama eller hissiz, parmak uçları soğuk... Stepe başlasam? Çocuk istesem? Yalan, yalan, yalan. Kendimi kandırmaktan başka bir şey değil bunlar. Bitti...Bittti...Bitti. Tanrım, ölmek istiyorum. Kendimi son kezonun kollarına attım. Ağlaya ağlaya uykuya dalmışım.

Kocanın Günlüğüne yazdıkları :
Öff be, FENERBAHÇE şampiyon olamadı. Ama, kuru fasülye güzeldi.

Yabancıların gözünden bakmak ister misiniz?


Çok güzel iki blog buldum. aslında birini buldum, diğerini de onun üzerinden. bizi bize anlatan cinsten ama başka bir gözlükle...

ilki http://istanbuleats.com/. geçtiğimiz hafta sonu sabah gazetesinin pazar ekinde de varlardı. bunlar iki gazeteci istanbulda yaşayan... oturup gittikleri lokantaları, yedikleri yemekleri, mekanları detaylarıyla anlatıyorlar. istanbulu merak eden yabancı arkadaşlarımın hepsine gönderdim linki. gerçekten çok keyifli ve eğlenceli yazıyorlar.
ayrıca ben bile faydalandım. güzel bir lokanta arıyorsanız bakabilirsiniz bence...
diğeri de http://carpetblog.typepad.com/ bu kadın çok komik yazıyor yaa.. Mesela thy'ye mektup yazıyo: sayın THY diye başlıyor gerisinin tamamı ingilizce... ama keyifli... hee bu arada her iki site de ingilizce. ama ilkinde en azından resimlere ve adreslere bakıp bir fikir edinebilirsiniz...

bir göz gezdirmekte fayda vardır...

Savaş Ay hayranıyım, o kadar...

seveni de vardır sevmeyeni de... tarzını beğenen de var beğenmeyen de... ama ben keyifle okuyorum bu adamı... giriyor insanların içine, açıyor kamerasını soruyor sohbet ediyor...
bence gazeteciliği-ya da muhabirliği demeliyim-şey masa başında oturmaktır. kısaca haber dışarıdadır. ne kadar sokağa çıkarsan, insanlarla paylaşırsan, onları dinlersen, güzel ilişkiler kurarsan o kadar iyi muhabir olursun bence...
bunun bence en iyi örneği de türkiyede savaş ay... bugün gazeteyi bir açtım sabah'ın ilk sayfasındaki haberi ne güzel. Harranlı Cemile adındaki 24 yaşındaki kız... turist rehberliği yapıyor. bir jahon kendisini videoda görünce aşık olup babasından istiyor...
neyse haberin geri kalanını okuyun. bence çok güzel bir insan hikayesi.:)))
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ay/2009/05/28/sanliurfadan_japonyaya_video_usulu_gelin_gidiyor

En çok gazeteciler içiyor!!!

Geçtiğimiz günlerde gazetelerin birinde bir yazı okudum; çok güldüm. ayrıca buradaki arkadaşlarla da çok güldük. tüm meslek grupları içinde en fazla alkolü gazeteciler tüketiyormuş. araştırmayı ingilterede yapmışlar. buna göre gazeteciler haftada ortalama 4 kadeh şarap ve 19 bardak bira içiyor. İş sonrası birkaç kadeh içme alışkanlığına en fazla sahip olanlar yüzde 29’la gazetecilermiş... aslında bunun nedeni geç saatlere karşı yoğun çalışma ve "iş çıkışı" sonrası iki tek atmaymış...
herkes arasında birinci biz miyiz bilmiyorum ama buraların içki içme kültürü olduğunu kabul etmeliyim. biz cumhuriyetteyken çalışırken bile içerdik. cağaloğlu- bab-ı ali'deki binadayken sokağın ilerisinde bir tekel bayi vardı. bilenler bilir. oraya gider akşam üzerleri bira alır paylaşır içerdik bilgisiyarlarımızın arkasına koyup. hiç de engellemezdi bizi yani ne olacak ki...
oranın havası başkaydı tabii ki. bazen yakardık mumları, alırdı gülşah sazı eline, başlardık türkülere... çıkardı zulalardan (bu zula genelde ekonomi bölümüdür. onlara yılbaşı/bayram vs. günlerinde gelen hediyeler tüm gazeteye yeter emin olun) şaraplar... ne eğlenirdik.
artık plazalara kapandık. bazen yanındaki masada oturan kişiyle tek bir kelime bile konuşmadan günü bitirebiliyorsun. ne acı değil mi? kendinize bir bakın... insanlar birbirine ne kadar yabancılaşıyor. sanki bazen birini sevmek değil sevmemek için oturup nedenler bulmaya çalışıyoruz... oysa ki muhabbet, hele de bir sofradan keyifli bir muhabbetin yerini hiçbir şey alamaz bence... evet gazeteciler içmeyi, hele de ocakbaşında içmeyi severler... eskiden nişantaşı binasında bir bar varmış bile. anlatırlar buradakiler en güzel tartışmalar, en keyifli sohbetler orada yapılırmış. inşallah bir gün bu binaya da kurarlar böyle bir bar, eski keyifler geri gelir...

25.5.09

denizli'nin horozları bizi de yemesin sakın!!!




Daha önce de yazmıştım öyle çok büyük bir futbol fanatiği değilim... Maçları da çok izlemem, futbolcuların da hepsini tanımıyorum. Ama şampiyon oluyoruz ya bir heyecan geldi. Dün giydim formamı, gittim "semte"... Baktım ortalık yanıyor... Resmen duman altı. herkes almış eline bir meşale yakıyor. Çarşının içinde maç öncesi keyiflenen arkadaşlarımın yanına gittim ama beşiktaş dolmuş durağından çarşının içine yürümem 20 dakikayı aldı. yer gök siyah beyaz yarab::))
bütün marşları, tezahüratları öğrendim valla 2 saatte... baktım çıkmışlar kartalın tepesine, bayraklar falan...
kitle psikolojisiyle bir anda muhteşem fanatik bir taraftar olup çıkıverdim. sanırsın bütün maçları biliyorum, her marşa katılıyorum falan... nerdeee? ama gerçekten insan kalabalıkta kendini bir başka hissediyormuş. dedim kendi kendime, keşke önceki maçlarda da burada olsaydım da en azından bir iki marş bilseydim. neyse yine de zararın neresinden dönsem kar. sonra çıktık hep beraber stada yürüdük... cadde falan zaten tamamen kapanmıştı. yaktı millet meşaleleri göz gözü görmüyor. güzelim taraftar canım arkadaşlarımla statta ayrıldık. beni almadılar içeri, çünkü biletim yoktu::)) eee ay sonu öyle alamam her maça bilet... ben de gittim televizyondan izledim. yendik ama tabii kaldı denizliye kaderimiz. aklıma feneri yenen denizli geldi iki yıl önce... korktuğumuz başımıza gelmesin de...

Şems'in 40 Kuralı

14- Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat 'sana rağmen değil'; 'seninle beraber' aksın. 'Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir' diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

Pazartesi sendromunu "begüm"le atın!!!

Yine pazartesi, yine iş... Başka bir dünya düzeni kurmak istiyorum::)) hafta başı perşembe olsun, cuma da bitsin... nasıl? neyse uykunuzu açıp sizi gülümsetecek bir video izlettiler. ben de size sunuyorum.
İyi haftalarrrrrrr...

22.5.09

Günün haberi... Kapısı açılmayan ambulansta öldü...

Haftayı da böyle inanılmaz bir olayla kapamış bulunuyoruz.... Bakalım daha neler görcez!!!

Rize'de beyin kanaması geçiren 55 yaşındaki Mehmet Demirci’yi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne getiren ambulansın arka kapısı arıza yaptı. Yan kapıdan da çıkartılamayan hasta, 15 dakika ambulansta yapılan müdahaleye rağmen kurtarılamadı. Bugün öğle saatlerinde Güneysu İlçesi’ne bağlı Yeniköy’de yaşayan 55 yaşındaki Mehmet Demirci, evinde rahatsızlandı. O sırada köyde başka bir hastaya müdahale eden Güneysu 112 Acil Servis ekibi, nefes darlığı şikayeti çeken Demirci’yi ambulansla hastaneye ulaştırdı. Ancak, hastanede Mehmet Demirci’yi taşıyan ambulansın arka kapısı açılmadı. Yan kapıdan da sedyeyle çıkarılamayan Demirci’ye doktorlar ambulansta müdahale etmek zorunda kaldı. Aracın arka kapısı, başka araçlardan temin edilen levyelerle yaklaşık 15 dakika sonra açılabildi. Hastane acil servisine alınan Mehmet Demirci ise kısa süre sonra hayatını kaybetti. Mehmet Demirci’nin oğlu Recep Demirci ise kendisine babasının ambulansta öldüğünün söylendiğini iddia ederek, şunları söyledi: “Yan kapıdan dışarı almak istedik ancak sedyeyle mümkün olmadı. Acil servis doktorları ambulansta müdahale etti. 15 dakika zaman kaybının ardından babam kapı kırılıp acil servise alındı. Burada 10 dakika müdahalede bulunuldu ancak babam hayatını kaybetti. Doktorlara ‘Babam ambulansta mı, hastanede mi öldü?’ diye sordum. ‘Ambulansta öldü’ dediler. Sağlık görevlileri, ambulansta da hastanede de ellerinden geleni yaptı ama kapının açılmaması kabul edilir gibi değil.” ELEKTRONİK SİSTEM ARIZA YAPMIŞ Rize İl Sağlık Müdürü Dr. Mustafa Tepe ise ambulansın kısa bir süre önce teknik bakımının yapılmasına rağmen arka kapısının arızalanıp açılmadığını belirterek, “Arka kapının elektronik sistemi arızalandı. Bu nedenle kapı açılamamış. Ancak ambulans tam donanıma sahiptir. Acil serviste yapılabilecek tüm müdahaleler araç içerisinde yapılmıştır” dedi.

(milliyet.com.tr'den aldım)

21.5.09

Şems'in 40 kuralı

13 - Şu dünyada, semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı, hoca, şeyh, şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini aşıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil...

Bu evren onlarla güzel....


uzun zamandır buraya bir yazı yazmak istiyorum... geçen cumartesinden beri. eurovizyon yarışmasını izlememi engelleyen kişiye ilişkin bir şeyler karalamak artık boynumun borcuydu. saatlerce ekrana kilitlenip bir insanın tüm çaresizliğine, geleceğinin belirsizliğine, hayatının tehlikede olmasına karşın dimdik duruşuna hayran kalmıştım. belki o zaman yazmalıydım, o anda, eurovizyona o kadar kelime bahşedeceğime onların hakları için birkaç kelam etmeliydim. umarım geç kalmış olsam da bu yazıyı bekleyen "canlarım" beni affedecektir...

eşcinsel hakemden söz ediyorum... Halil İbrahim Dinçdağ'dan... Trabzon gibi muhafazakar bir topraktan çıkarak ekranlarda "ben eşcinselim" diye haykıran Halil İbrahim Dinçdağ'dan. kanallar arasında gezinirken onun önce buzlu yüzüne, ardından da kendi rızasıyla buzun kaldırılmasından sonraki haline rastladım. öyle duruyordu. milyonlarca kişinin kendisini izlediğinin farkındaydı, ama artık bıkmıştı. insanın 32 yıl boyunca içinde bir giz gibi tuttuğu aslında en büyük insan hakkını bir anda haykırmak ister gibiydi... yine de duruyordu öyle dimdik. hınç, öfke, intikam yoktu yüzünde. sadece birilerinin ARTIK kendisini anlamasını istiyordu.

eşcinseldi. gizlemişti ailesinden, arkadaşlarından çevresinden... ta ki askere gidip "askerlik yapamaz" raporu alana kadar. ardından belge hakem kurulunun eline geçti, neden askere alınmadığını öğrendi birileri ve işine son verildi. neden ki? yani kadın takımını çalıştıran erkek antrenörler de görevden alınmalı bu durumda. herkes birbirine sadece "et" olarak mı bakıyor bu dünyada?

yıllardır en yakın dostlarımdan bazıları eşcinsel. onların dünyasına girmek benim için öyle büyük bir kazanç ki... onlar benim ailem gibi (hatta gibisi fazla). şebnem ferah der ya; "iyi dostlar biriktirdim hepsi ailem oldu" diye... biz de öyleyiz...

hiç kimsede bulamadığım dostluğu, yakınlığı, içtenliği, doğallığı, gerçekliği, sahteden uzaklığı onlarda buldum. maço erkek dünyasında direnmeye çalışıyor onlar. hepsi kimliğini saklıyor. başka bir kimlik takınıyorlar. yalanlar üstüne yalanlar... siz hiç en güzel duygularınızı söylemek isterken bir ömrü yalan üzerine kurdunuz mu? evet onlar da seviyor, herkes gibi... deliler gibi aşık oluyorlar, yıllarca süren ilişkiler yaşıyorlar. ama hepsini gizliyorlar. neden? gerçekten neden?
bir yalana bulanmış hayatın getirdiği ağırlıkların, yükümlülüklerin altında boğuluyorlar.

doğuştanmış, sonradanmış, genetikmiş, sorunlu çocuklukmuş... kime ne tercihlerinin nedeninden... onlar size soruyor mu neden böylesin diye? siz de sormayın. kimse sormasın.

Halil televizyonda dimdik dururken konuştu anlattı anlattı... ahmet çakar'ın saçma sapan sorularına bile yanıt verirken hiç geri adım atmadı (hatta sonunda onu ikna etmeyi bile başardı). benim aklımda kalan tek sözüyse şu oldu: "sizin de çocuğunuz eşcinsel olabilir. ben sizin de oğlunuz olabilirdim. bir de böyle düşünün"...

gerçekten olabilir. herkesin çocuğu mutlu, mutsuz, iyimser, kötümser, mavi gözlü, siyah gözlü, sarışın, esmer olabilir. alkole, uyuşturucuya bağımlı olabilir, çok başarılı bir öğrenci de olabilir. ünlü bir şarkıcı da olabilir, intihar edip hayatını bitirebilir de... eşcinsel de olabilir olmayabilir de... hayatı kimse tasarlayamaz, olduğu gibi kabullenmeli kişi gerekiyorsa, değiştiremeyeceği gerçekleri kabullenmeyi bilmeli, kabul edip büyümeyi. başka türlü düşünebilmeyi öğrenebilmeli.. Büyütmeli, çoğaltmalı, öldürmemeli, yok etmemeli, ezmemeli...
birilerini dışlamadan önce bir de bunu düşünün... "oğlum, kardeşim, canımın içi eşcinsel olsaydı ne yapardım" diye bir sorun. önyargıları yıkın, dünya herkese yetecek kadar büyük, binlerce rengi içine alacak kadar geniş, farklı insanları barındıracak kadar engin... emin olun büyük, büyük değilse büyütmeyi öğrenin...
sizi seviyorum (bu mesaj gittiği yeri çok iyi biliyor...)

"Vattoz" beni de vurdu


İşte blogun yararı... yani aslında birçok güzel yanı var tabii ki... insanın içinden gelenleri öyle bir anda döküvermesi, evindeki kağıtlara karalamaktan bir adım öte giderek çok iyi tanıdığı, tanımaya başladığı veya hiç tanımadığı insanlara aktarması ne güzelmiş. bence herkes yazmalı, içindekileri dökmeli. evdeki kağıtlarda kalmamalı düşünceler, şiirler, hisler, güzel duygular... kelimeler uçup atmosferde kaybolmasa değil mi ne güzel olurdu?

"bir müzik istiyorum" diyerek başladığım yazıya bir sürü yorum geldi. hepsini tek tek dinliyorum. ne güzel müzikler. müziklerin keşfi dışında "resimler" arkadaşımın sayesinde bir de site keşfettim. belki çoğunuz biliyorsunuzdur zaten ama ben öyle çok iyi bir net kullanıcısı değilimdir... yorumlara bakmakta tembellik edenler için buraya yazıyorum (bakın sizi de seviyorum ben)...

sitenin adı vattoz.com... siteye istediğiniz sanatçıyı, şarkıyı yazıyorsunuz hepsini size döküyor. hem dinleyebilir hem de liste yapabilirsiniz sevdiğiniz şarkılardan. hiç birini indirmeniz gerekmiyor (ben mesela indiremiyorum zaten işyerinden, yasak... evde de virüs bulaşır diye korkuyorum süper oldu bu site)... kimi aradıysam buldum valla. ofiste daralıp da kulağında hiç durmayan müzikle çalışmak istiyorsanız buyrun vattoz'a...

20.5.09

Flipama flobama...


Nasıl ama? Amerika'da yok satıyorlarmış, bir internet sitesinde buldum::)))

19.5.09

müzik istiyorum...

ipodumdaki şarkılardan sıkıldım... sabahları takıyorum kulağıma ama artık aylardır aynı şarkılar... bir ara santana'ya takmıştım. sonra ondan geçtim cafe del mar ve elektronikleri dinledim. artık bruce springsteen'i, u2'yu ezberledim. tango da dinle dinle bir yere kadar... yenileri dinlemek, yenilenmek yenilemek istiyorum. var mı farklı önerileriniz?

Vakit gazetesi ve Saylan...

Bu sabah gazeteye geldiğimde hemen vakit'e baktım. öyle çok bir şey yazmamışlar. ne de olsa artık öldü kadın. "ölünün arkasından konuşulmaz" ya, çok saygılılardır eminim... ama yine de dayanamamışlar işte. aşağıdaki yazıyı "radikal.com.tr"den aldım... buyrun son bombalarına!!!

"Vakit gazetesinin internet sitesi Ergenekon'un Saylan'ı propaganda amaçlı olarak öldürmüş olabileceğini iddia etti.

Vakit Gazetesi, internet sitesi habervaktim.com'da "Saylan'a otopsi yapılacak mı?" başlığıyla verdiği haberde dudak uçuklatan bir senaryoyla saldırılarını sürdürdü.

Mahkeme yasağına rağmen "Ergenekon Terör Örgütü (ETO)" tanımlamasının kullanıldığı haberde Saylan'a otopsi yapılması istendi:

"Bugün sabah saatlerinde vefat eden Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) Genel Başkanı Türkan Saylan'ın cenazesine otopsi yapılıp yapılmayacağı merak ediliyor.

Ergenekon soruşturması kapsamında evi arandıktan sonra bazı medya organlarınca uzun süre ekranlarda tutulan Türkan Saylan'ın, birçok faili meçhul cinayet işlediği iddia edilen Ergenekon tarafından propaganda amaçlı olarak öldürülmüş olabileceği kuşkusu bulunuyor.

ETÖ, DANIŞTAY CİNAYETİ VE CUMHURİYET BOMBALAMALARI

Hatırlanacağı üzere Saylan'ın evi arandıktan sonra, bazı medya organlarında Türkan Saylan'ın kanser hastalığı üzerinden propaganda amaçlı günlerce haber ve yorum yapılmıştı. Danıştay saldırısının ve Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların Ergenekon tarafından gerçekleştirildiğinin ortaya çıkması, kamuoyunda “Acaba Saylan da propaganda amaçlı olarak öldürülmüş olabilir mi?” sorusunu akıllara getiriyor.

Ergenekon tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen cinayet ve bombalamaların hafızalarda bıraktığı yer nedeniyle, kamuoyu Saylan'ın ölümü üzerindeki şüphelerin giderilmesi için otopsi yapılmasını bekliyor."

18.5.09

Milli heyecan eurovizyon ve yürek hoplatan telefon!!!



Cumartesi gecesi evde oturdum eurovizyon'u seyredeyim diye... koydum çayı, aldım çekirdeği oturdum koltuğa...
ben hep sevmişimdir bu şarkı yarışmasını. daha küçükken, mesela 16-17 yaşlarımızda yaza denk gelirdi sanki öyle kalmış aklımda. toplanırdık yazlıkta birinin evinde (bu ev genellikle okan-koray kardeşlerin evi olurdu)... hepsini baştan sona dinler oy verirdik. aramızda müzisyen çoktu. okan bas çalardı, koray bateri... onur vardı sonra hollandaya gitti müzisyen oldu. sağlam ekiplerdi. sonra bende alışkanlık kaldı eurovizyonları arkadaşlarla izlemek. evet çok iyi müzikler olmuyor, saçma sapan şarkılar birinci oluyor, artık "komşu komşuyu mutlu etsin"e döndü, ama yine de eğlenceli. başka ülkelerin ezgilerini koreografilerle izlemek çok güzel bence.
ama eurovizyon deyince aklıma bir anım geliyor hep... hem komik, hem de tam dudak uçuklatan cinsten. yıl 2003. liseden bir arkadaşımla benim evde açmışız "halka"yı izliyoruz. korku filmi vardı ya bir dönemin ünlüsü...
aynı akşam da sertab'ın yarıştığı eurovizyon var. ama arkadaşım çok cool izlemez öyle "sıradan" yarışmaları... neyse izledik halkayı, ben bayağı gerildim. saat oldu gece 1 gibi... merak ediyorum yarışma ne olmuş ama ben de "cool" olcam ya açamadım hiç...
neyse filmi izleyenler varsa hatırlarlar; filmde telefon çalıyor hatırladığım kadarıyla. açıp konuşursan 7 gün içinde öleceksin demektir... neyse filmi izledik, tam bitti... çaldı mı bizim salondaki telefon... ama ben üç buçuk atıyorum. diyorum ki bu da kim gecenin bir yarısında. saat olmuş kaç. arkadaşım bana bakıyor ben ona. neyse dedim ve açtım. ama ses yok dinliyorum. 7 gün içinde kesin ölcem artık kabullenmişim... karşıda sınıf arkadaşımız derya. "bilgeeeeeeeeeee birinci oldukkkkk birinciiiiiiiiiiiii" diye bağırıyor. nerde birinci olduk? birinci ben mi gitcem öte tarafa. tek gitmem valla banane.
"allah belanı versin, ne arıyosun ödümüzü kopardın" falan dedim ama onun anlayacağı yoktu. yani saatin bir vaktinde ona halka, 7 gün, ölcem falan dedim ama umrumda değildi. kapattık telefonu açtım trt-1'i. bir anda evin havası değişti, ama ne kadar tırstığımızı bir ben bilirim bir de allah...
böyle işte... cumartesi günü de yine izledim oturup. hiç beğenmediğim, zap yapıp geçtiğim şarkı (norveç) birinci oldu, en sevdiğim (moldova) ise ilk 10'a bile giremedi. benim eurovizyondan yana ne bir şansım ne de tahmin yeteneğim var ben bunu anladım... ya da gerçekten çok kötüler kazanıyor ne bileyim...
yukarıya aslında moldova'nın videosunu koyacaktım ama Türkan Saylan'ın öldüğü gün oynak bir şeyler dinlemek istemedim. o yüzden de bugüne kadarki yarışmalarda en beğendiğim birincilerden birini yerleştiriverdim. karadağ'dan lane moje adlı şarkı... iyi dinlemeler...

Türkan Saylan'ı kaybettik...


Yazdım, sildim, yazdım sildim... Ne yazsam ne anlatsam yetmiyor onu anlatmaya... Ama en çok neyi merak ediyorum biliyor musunuz? "Turp gibiydi" başlığını atan Vakit gazetesinin yarınki manşetinin ne olacağını???
Nur içinde yat gittiğin her neresiyse.

16.5.09

Psikolojik domuz gribi de olunuyormuş! Valla!!!


Bugün işyerinde haberleri tararken gördüm. sonunda beklenen oldu ve domuz gribi türkiye'ye de girmiş. geç bile kaldı zaten. tabii kuş gribi çabuk girdi türkiyeye çünkü bizde tavuk, kuş, bıldırcın çok. ama domuz yok; o yüzden bir ay kadar gecikmesini doğal karşılamak lazım...

neyse abd'den amsterdam'a oradan da türkiye üzerinden ırak'a gidecekmiş amcam. tabii kendisi dışında uçakta olan yolcuların listesi alınmış, şimdi onlar aranıp bulunacak ve taramadan geçecek...

uçak, domuz gribi derken aklıma benim son dönüşüm gelişim geldi. milano üzerinden bindim uçağa. üçlü koltukta ortadayım. zaten uçağa çok geç kaldım; malpensa havaalanına giden ilk treni kaçırdım. gittiğimde check-in kapatılmıştı. 17.50 uçağımdı ben daha 17de alandaydım. ne koşturmaca.. neyse o yüzden koltuk seçme lüksüm olmadı. iki yanımda iki italyan amca. sağımdaki arkaya gitti uçak kalktıktan sonra biz kaldık yanımdakiyle. neyse neredensin ne iş yapıyorsundan sonra italyanın ünlü bir mimar olduğunu öğrendim. güzel güzel konuşurken mimar ya ben "aaaa ben kübadan geliyorum. çok güzel binalar var" diye söze başladım. açtım "mac"imi başladım resimleri göstermeye... uçak inerken hostes bir sağlık kağıdı dağıttı. işte son 10 gün içinde bulunduğunuz ülkeler diye bir yer vardı. o anda adamda şimşekler çaktı. "aaaaaaa (bu gerçekten uzun bir a oldu" siz kübadan geliyorsunuz, yoksa domuz gribi var mıdır? ateşiniz falan var mı?"...
başladım düşünmeye. yok canım ne alaka. gayet iyi hissediyorum kendimi. bir şarap içmişim, başladı mı psikolojik sıcak basmaya. tepedeki havalandırmayı açtım. diyorum ki isterseniz ben bir yana kayayım, hani grip falan bulaşmasın. ama italyan amcam nazik ya "yok yaa ne alakası" var diye ortalığı yatıştırmaya çalıştı. neyse ben yazdım kağıda "küba" diye verdim hostese... ama içim pır pır...

indik. bir baktım girişte bir cihaz. ateş ölçüyor. bende bir panik. tamam çoktan psikolojik grip oldum ama cihazın beni yakalamasından korkuyorum... bir geçişim var cihazın yanından sormayın. bizim italyan da "diğer pasaportlar" bölümüne yönelirken bir gözü cihazda. neyse geçtik ama ben bayağı bir terledim hani... böylece psikolojik hastalık kısmını da atlatıp kapıdan girdim!!! nasıl rahatladığımı bir ben bilirim...

yazının tavsiyesi: bu aralar uçakta alkol alıp vücut ısınızı arttırmayın ve terlemeyin::))

15.5.09

başka bir dünya olsa....

madem bu blog beni anlatacak o zaman yazayım... daha ay sonu bile gelmeden bankamda param kalmadı... kredi kartım bana bakıyor ben ona bakıyorum. yukarı-aşağı-sakal-bıyık olayı... içinden çıkılmaz su dünya. bu basın sektöründe üretenlere para yok cancağızım...
varsa hayal eden gazeteci olayım da para kazanayım diye, söyleyeyim baştan vazgeçsinler... mesleğimi çok seviyorum ama böyle olmaz artık!!! biri üreten, çalışan muhabirleri de düşünse keşke, biri düşünse...

Bir fırçam olsa ne resim yapardım acaba?




Birkaç hafta önce posta kutusuna bir mektup düştü... Ama bu e-posta değil; oturduğum apartmanın gerçek posta kutusuna... O kutuya artık faturalar dışında bir kağıdın düşmesi ne zor değil mi?

Çok uzak değildi geldiği yer; ama aramıza yıllardır giren "onulmaz-derin" uzaklıklar ne yazık ki ayrı düşürmüştü yüzlerimizi. Ama yüreklerimiz asla uzak değil birbirine. o benim hayattaki en güzel dostum, en iyi kalpli insanım, en aydın zihnim...

Mektup yine derin özlemler, hasretler, tavsiyeler, yol göstermeler, hüzünler, coşkularla doluydu. onların hepsi bana özel... diğer binlercesi gibi...
muhteşem yüreği dışında muhteşem de bir fırçası vardır kendisinin... tabloları bizim ailede her evin duvarlarını süslüyor. bana da bazılarının resimlerini çekip göndermiş. ben de sizinle paylaşmak istedim... birinin adı "nar"; diğerinin ise "istanbul güneşe tapıyor"... diğerinin adı yok... siz koyun::))

Şeker kamışı ve rom...








Bunlar da çektiğim 700 fotoğraftan dördü daha... aslında daha çok koyacağım ama gazetede çıkacak mı, hangileri çıkacak, neler yazacağım hala belli değil. haber bekliyorum... onu beklerken de birkaçını daha paylaşayım dedim. geri kalanları da flickr'a yükleyeceğim. Buraya ne yazik ki foto yüklenmiyor. çok sinir bir durum. blogspotu seviyorum ama slide show yapamama durumunu sevmiyorum.
neyse ilk üçü kübanın sokaklarından izlenimler.. sonuncusu ise şeker kamışından içecek çıkarma makinesi... tabii ki bu çok ilkeli. artık daha gelişmiş olanlarını kullanıyorlar ama gazeteciler için gösterdiler. bir tarafından kamış sokuluyor diğer tarafından çekiliyor. arada akan su da bidona dolduruluyor. biz de içine rom katıp içiyoruz. o kadar tatlı ki romla daha da güzel oluyor... tavsiye ederim::))

Uyusak uyusak tatil yapsak...

Günlerdir yoktum yine... Bu deniz aşırı yolculuklar beni gerçekten bitiriyor. Pazartesi geldim, sonra dedim ki gideyim işe özledim arkadaşlarımın "bazılarını" tabii ki; hepsini olamaz... Anlatayım Kübayı, yaşadıklarımı, gördüklerimi...
Döndüğümde buradaki haberler daha çoktu. Bir arkadaşımın hayatındaki en büyük aşkını yakaladığını öğrendim (bu biraz da benim sayemde oldu. onu zorla tangoya götürdüm ve orada tanıştılar. şimdi ayakları yerden kesiliyor. bu benim tangoda tanıştırdığım ikinci çift. ne mübarek kadınım yaa)...
dedim bir gittim geldim ne çok şey değişti. ama çarşamba günü çok kötüydüm uyanamadım falan. dün de izin yaptım. ayakta duramıyordum valla. neyse çamaşır, temizlik, tango derken gün bitti.
yurt dışına gitmek güzel de dönünce insan hala o günlerin etkisinde kalıyor. mesela deli gibi sabahtan akşama kadar salsa dinliyorum evde. birinin bana onları dinleyerek havana sokaklarında olmayacağımı söylemesi gerekiyor... "tatilden döndükten sonra 5 gün kendine gelemeyen insan" diye bir kavram yaratıp en büyük takipçisi ben olacağım!!!
zaten yaz geldi; hava bugün istanbulda 30 derece!!! Hırka, atkı derdi bitti. Gelsin sandaletler!!! Yaşasın!!!!
tatiller de geliyor demektir... tabii bu blogu takip eden öğretmenlere sesleniyorum: sizden nefret ediyorum. 3 ay izin yapıp keyif yapmanın acısını her gün içimde hissediyorum::))
hep izin yapmak istiyorum... ama hep ama hep ama hep!!!

12.5.09

Los Van Van


Alın size ben başka videolar yükleyene kadar küba müziği... oranın en ünlü gruplarından biri bu. los van van. ispanyolcada "v" harfi "b" diye okunuyor; yani bize göre ban ban diye... 

neyse, buyrun güzel salsa müziğine. yaa orada yemek servisi yapan garsonlar bile arada işlerini bırakıp dans ediyorlardı. elimde videoları var koycam::))

Viva Cuba! Viva revolucion!





Herkese Merhabaaaaaa...
Ya da hola diyerek havamı atmaya başlasam mı::)))
Bu gece geri döndüm Küba'dan ve döndüğüm gibi de bir şeyler karalamak istedim. var ya orada tek özlediğim (aile sevdiklerim dışında) bloğumdu... valla bende de bağımlılık yapmış anladım!
Ama orada internet yoktu o yüzden hiç giremedim. gerçekten yoktu. sadece bir iki yerde var o da benim bulunduğum yer değildi. zaten yarım saati 4 dolar ve inanılmaz yavaşmış. bir de kullandıkları internet değil "intranet"... tam olarak bilmiyorum farkını da zaten..

neyse, gece çok geç. yazacak çok çok çok şey, gösterecek çok çok çok fotoğraf var. arkadaşlar tam 725 fotoğraf çekmişim. onların hepsini flickr'a yükleyeceğim. Birkaçını buraya koyuyorum şimdilik...

Ama gitmeden önce şunu söyleyeyim. Küba gerçekten muhteşem bir ülke. insanları mutlu, çocukları eğlenceli, sabahtan akşama kadar rom içip dans eden bir halk işte. tabii ki her sistem gibi kübanın da çözmesi gereken birçok sorun var. ama giderek çirkinleşen bir dünyaya baktığımda küba bana o kadar duru, temiz, güzel ve arınmış geldi ki... belki de hiçbir şeyden haberi olmamaktır bunun anahtarı bilmiyorum. neyse, geç oldu. ama daha yazacak çok şey var. 

mojito, havana, puro, gene gelecek ben::)) 

öpüldünüzzzzzzz...

1.5.09

Yolcudur Bilge Bağlasan Durmaz!!!


Arkadaşlar... Bilge'ye yine yol gözüktü... Bu kez yine Batı'ya doğru saatlerce uçup Atlantik'i aşacağım. Ama bu kez ABD'ye değil Küba'ya gidiyorummmmmmm!!! Yaşasın::)))
Bir iş için 10 günlüğüne Küba'dayım. Mayısın ortalarında döneceğim.
Süperrrrr....
Bir sürü fotoğraf çekmeyi planlıyorum. Sokaklar, insanlar, renkler, samba, mojito!!! Tabii ki iş de var, söyleşiler falan... Ama orası muhteşem Küba... Yani binlerce yapılacak şey var...
Anlayacağınız keyfim süper. Yolculuk yarın İtalya üzerinden.

Oradayken elimden geldiğince buraya yazılar yazmak istiyorum. Bakalım bir ayak basalım da dünyanın en güzel adasına sonrası gelir::)))))

Son 32 yılın sorusunu bugün sordular: 1 Mayıs 77'de buradan ateş edenler bulunsun!!!


Yer: Marmara Etap Oteli...
Eylem bugün yapıldı... Eylemi yapanlar Genç Siviller...

Şems'in 40 Kuralı

12-Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur...

Şems'in 40 Kuralı'nın yeri değiştirildi!!!

arkadaşlar... düşündüm taşındım, elif şafak'ın kitabında yer verdiği Tebrizli Şems'in kurallarını buraya yazmaya karar verdim. Bunun iki nedeni var.. biri sizin de yorum yazmanıza olanak vermek için. çünkü orada köşede kalınca güzel de olsa okunup geçiliyor. oysa ki ben üzerinde düşünülmesini, tartışılmasını tercih ederim.. diğer neden de eskilerin kaybolması. ben arşiv gibi birikmesini istiyorum; isteyenler bulabilsin diye... ne dersiniz?

bu nedenle artık aralıklarla buraya yazacağım...

Bugün 1 Mayıs neşe doluyor tüm halkımız!!!:))




Bugün 1 Mayıs... Herkes evlerinde mışıl mışıl uyurken, ben işyerindeyim... Bizim meslek böyle, 8 yıldır tek bir tatil gününde izin yapmamışımdır. ama ben de dünyayı geziyorum işte, her mesleğin iyi kötü yanları var. bir de bize zaten mesai veriyorlar bayramlarda, o yüzden genelde insanlar çalışmayı tercih ediyor. ama genelde toplantılar geç olur, geç geliriz...
Bu "geç geliriz" cümlesi çok çok önemli. Anlatıyorum; dediler ya yollar kapanacak asla beşiktaş taksime gelemeyeceksiniz diye. bugün sabahın bir körü işyerine damladım. dedim belki yollar falan kapanır gideyim diye; 7de burdaydım. nasıl ama? gazeteleri okudum, çay içtim. açtım bloğu yazayım dedim...
Madem mesai başlamasına çok var, ve gündem 1 Mayıs biraz anlatalım tarihi... 1 Mayıs'ın başlangıcı aslında ABD'de biliyor musunuz? Şu andaki kapitalizmin merkezinde. İşçiler 8 saat çalışma hakkı için greve gittiler 1886 yılında. Ancak polis kalabalığa ateş açınca dört işçi yaşamını yitirdi. Tüm bu olaylar 1 Mayıs'ta gerçekleşti. 4 Mayıs'taysa sokaklar çok daha kalabalıktı. Sonunda her yıl o ölen işçileri anmak için dünyanın dört bir tarafındaki işçiler yürümeye başladı.
Sonra Türkiye'de de Osmanlı zamanında bir süre kutlanmış biliyor musunuz? Ancak ardından tamamen yasak konmuş. Yıllar sonra da dünyanın en büyük 1 Mayıs katliamı yaşandı bu topraklarda 1977'de.
Böyle işte. ardından da birileri çıktı, köprüleri, vapurları, otobüsleri durdurdu, yolları felç etti... sular püskürttü, acımadan vurdu. bakalım bugünkü sahneler ne olacak!!! bekliyoruz...
Ben yine de her şeye rağmen tüm çalışanların işçi ve emek bayramını kutlarım. bir gün emeğimizi aldığımız günleri de görürüz inşallah!!!::))

(Not: yukarıdaki ilk foto Taksim meydanından. İkincisi, Chicago'da 1 Mayıs'ın yaşandığı gün yerel gazetenin birinci sayfası...)