11.9.10

U2 Zulfu Livaneli Duet - Gerçekten Bono'ya İstanbul"u göstermişiz:)

Evet Seul güzel... burayı daha detaylı yazacağım ama İstanbul'da olmadığım için kaçırdığım iki şeye çok üzüldüm. Biri Türkiye'nin yarı final maçına kesin giderdim bir de tabii U2 konseri. aslında ben geçtiğimiz yıl İsveç'te kendilerini izlemiştim. muhteşemlerdi gerçekten. artık eski U2 değil ki... protest ama o militanlığı artık yok. daha çok bir PR müziğine dönüştüler. şovmenler... son albümleri çok iyi ama ben yine de joshua tree'de kalmak isterdim. neyse, yine de gidenleri tebrik ediyorum. bu hayatta bir kere olur bir daha da olmaz!!!
İnternette buldum aşağıdaki videoyu. Livaneli, Yunan şarkıcı Dalaras'ın da konserinde sahneye çıkmıştı. Kendisi "halkların kardeşliği"nin müzik temsilcisi oldu sanırım. yine de insan doyamıyor ki sesine... kadifeden ince ince:))

6.9.10

Seul'den sevgilerle!!!




Yaklaşık bir ay önce beni arayıp Güney Kore'ye gider misin diye sorduklarında tereddüt etmeden evet dedim. Hayatımda ilk defa uçakla doğunun da doğusuna gidecektim - hiç hayır der miydim? Hem de Güney Kore hükümeti davet ediyordu. Kasım ayında düzenlenecek olan Gelişmekte olan ülkelerin birliği G-20 zirvesi öncesinde ülkelerin gazetecilerine özel bir toplantıydı. Toplantının "yoğun" içeriği dışında beni ilgilendiren 11 saatlik uçuşu business'de gidecektim. Allahım New York'a giderken çektiğim çilelerin ve uykusuz saatlerin saatlerin acısını çıkartacaktım.
Son anda yetiştim uçağa ve kuruldum 4A koltuğuma. Zaten gecenin bir yarısı olduğundan hemen düğmelerle oynayarak koltuğu yatırdım. Sabaha kadar da hiç kalkmadan uyudum. çok yorgundum ve zor bir gün geçirmiştim ki gözümü açacak halim yoktu. Kalktığımda kahvaltı veriyorlardı.
Neyse Güney Kore'nin başkenti Seul'e indiğimde buranın saatine göre öğleden sonra 3'tü. Türkiye buranın 6 saat gerisinde. Beni kapıda karşılayan zirvede görevli kız, alandan çıkardığı gibi karşıma bir kamera getirdi. Güney Kore'ye gelmem hakkındaki fikirlerimi soracaklardı. Allahım zaten bir gözüm hala kapalı, ayakta duramıyorum ama bu asyalıların naziklikleriyle ilgili şöhretleri var ya ben de nazik olayım dedim. Başladım güzel Türkiye-Güney Kore ilişkileri, savaş falan anlatmaya. Neyse ki 3 soruyla beni bir arabaya bindirip otelime gönderdiler.

Otelimin adı Shilla. Buranın en lüks oteli. Odamdan Seul'un tüm manzarasını görebiliyorum. Burası daha çok ağaçlık tepelerin arasına kurulan bir kent havasında. Hava demişken aslında 30 derece ama sürekli yağmur yağıyor ve neredeyse geldiğimden beri tek bir güneş ışığı görmedim. hep puslu ve karanlık.
Tabii saat farkından bugünkü toplantılar için 7de uyandım. oysa ki güzelim İstanbul'da henüz saat gece yarısı 1'di. Bir de ablam beni gece msn'de kitleyince iyice saatim şaştı.
Toplantılar aslında çok iyiydi. Asya'nın yükselişi, Çin-Japonya ve G. Kore üçlüsünün bölgedeki etkinliği konuşuldu. Bölge gazetelerinin genel yayın yönetmenleri, yabancı ajansların bölge şefleri fikirlerini anlattı. Hintliler, Endonezyalıların dışında Arjantin, Meksika ve İtalya'dan da gazeteciler var (tabii ki dünyanın her yerinde olduğu gibi yine en çok italyan gazeteci daniella ile anlaştık. birlikte çalışmayan telefonlarımızı 3G ve bilmem ne ayarlarıyla oynayarak çalıştırmayı başardık!!!)
Toplantılar sırasında ise bayağı yoruldum. Dinle dinle nereye kadar. Bir ara resmen gözlerim kapanıyordu, ancak yine de çok iyiydiler. Dünyanın diğer yarısında bir daha asla buluşamayabileceğim insanlarla tanışmak gerçekten çok keyif verici bir olay. Asya bize çok yakın ama bir o kadar da uzak. Koskocaman bir ekonomi, birbirinden bambaşka kültürler ve diller var. Gezecek ne çok ülke, öğrenecek ne çok şey var.
Yavaş yavaş yatma vakti geldi sanırım. Gözlerim kapanıyor. Yukarıya yediğim yemeklerden resim koydum. Burada her şey genelde soğuk, sulu ve kaygan. Tamam o sopalarla yemeyi becerebiliyorum ama kaygan yosun gibi şeylerde çok başarılı olduğum söylenemez. Bir de balkabağının her şeyini yapıyorlar: çorbasını, kızartmasını ve haşlamasını. ayrıca her şeyin içinde yüzen bir karides mutlaka var...
Neyse Bilge şimdilik kaçar... Yarın yine gelecek ben. Ama diyeyim ki Asyalıları sevdim; güleryüzlü ve çok nazikler. Bir de bana hiç uymayan bir özellikleri var, çok sessiz konuşuyorlar:))

5.9.10

Başka bir dünya


Kimi ölüler bize ne kadar yakın / Yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü...

(yukarıdaki sözü dostum hilalin bloğundan çaldım; sonra da o söz beni benden çaldı. okuduğumda aklıma sadece babaanem geldi. sanırım onu çok özlemişim. ölü ama bana ne kadar yakın... düşündüm de yaşıyor olsaydı dizlerine uzanıp dertleşseydik. bana bir kadın olmak ne kadar zor olursa olsun hep güleryüzlü, güçlü ve güzel görünümlü olmam gerektiğini öğütleseydi. "kolunda altın bileziklerin var senin, yüzünden de gülümsemen hep mutlu ol bilge" deseydi. hani doğduğum gün annemler adımı reyhan koymak istediklerinde itiraz edip "bu bebek çok cılız. taşımayaz o ismi ama bilmiş bilmiş bakıyor bilge diyelim mi" diye ağırlığını koyup bugünkü ismimi bana verdiğini belki 100'üncü kez anlatsaydı.

babanemi ben yaşlıyken tanıdım normal olarak. bu yüzden o hep benim için masumdu, ağırbaşlıydı, oturaklıydı. sonra fedakardı, yemekler yapar 5 çayına bisküvi çıkarırdı. babaneydi, annaneydi, anneydi, nenekaydı.
ama kadındı da. acaba o da üzülmüş müydü hiç bir kadın olarak. kırılmış mıydı, incinmiş miydi? mesela dedem ona nasıl davranıyordu? çekip gitmek istemiş miydi, yalan mı gerçek mi olduğunu anlayamadığı bir dünyanın içinde sıkışmış mıydı, bir kadın olarak hep güçlü olmak zorunda kalsan da aslında ne kadar zayıf bir yaratık olduğunu düşünmüş müydü, bunun farkına vardığında güçlü olmanın kadının ruhuna aykırı olduğunu, üzerinde bol durduğunu aynada görmüş müydü? kırılmamak için sert görünmeye çalıştığında belki dıştan olmasa da içindeki organlarının bir saniye içinde paramparça olduğunu hissetmiş miydi, katılarak ağladığında dizleri boşalmış mıydı? ne yazık ki bu dünyada hepimizin bir "başka bir seçeneği" var. çekip gitsen de diğer tarafta seni bekleyen başka bir insanı, bir işi, bir şeyi işte saklıyor herkes değil mi, kimse bunu kendine itiraf edemez ama öyle işte.
işte o "seçenek" yoktu babanemin zamanında. gidecek başka bir yer de yoktu, bir tek eşinin dizinin dibi vardı. belki de güzeldi değil mi? belki de... belki de bu kadar kafamız karışmazdı "seçeneklerle"...

Babanem bana hep dedeme baktığını ve hayatını toparladığını söylerdi. kadınların var olmam sebepleri bu muydu acaba sadece. evlenmek çocuklarının ve kocalarının toparlanmalarını sağlamak. belki de babanemin çok hayali vardı ama söylemedi kimseye. ama onunla ilgili tek bildiğim bir şey varsa o da hayatımda tanıdığım en güçlü kadındı. hayatta kimseye minnet etmedi; bastonla yürürken bile kendi yemeğini yiyebilmek için mutfak ve banyoyu kırdırıp kendi boyuna indirdi. dimdik durdu hayatta ve dimdik öldü. son nefesini de elimi tutarak verdi.

ben de onun gibi olmak, yaşamak ve ölmek isterim. ama hala nefes alıyorum ve kimi zaman güçsüz olmak da istiyorum. güçsüz olduğumda kimse beni ezmesin istiyorum. küçük bir hayatım, sıradan bir mutluluğum ve kendi dünyam olsun istiyorum. kalabalığın, küçük hesapların, sırların, kırılmaların olmadığı bir dünyam olsun istiyorum. var mı böyle bir dünya babaanne? varsa söyler misin gideyim?... ne olur gideyim... ama yok di mi? ben 32 yılda bulamadıysam yoktur herhalde... var mı?

(fotoğrafa imza atmayı unutmuşum. kızdı birileri... Uğur Can'dır imzanın sahibi. Yer Gazze. Odada bilge yazı yazmaya çalışırken Uğur habersizce deklanşörünü çalıştırmış... ellerine sağlık en güzel resimlerimi hep sen çekiyorsun... bir sonraki seferimiz nereye?)

Filistin'den bambaşka bir başarı hikayesi - Nablus'a gittim gördüm yazdım! İyi ki de gitmişim.

Nablus'ta muhteşem malikanede gün batımında söyleşi yaparken. Keşke her röportajım böyle olsa canımı verirdim:) Bu arada arkada da tabak gibi dolunay vardı.
Burası "Beit Falasteen" ya da Türkçesiyle "Filistin Evi".
Sayın 76 yaşındaki uyumayan, daimi dinç kısaca çakı gibi Munib R. Masri.
Balkonumdan Nablus.
Ramallah kentinde Masri Beyimizin amca oğlunun ailesinin yaşadığı "evcik."
Alttaki resim malikanedeki odam, üstteki de banyom. mermer küvet yaaa... havlular suriye işi-iğrencim ama etiketine baktım.

Aşağıda "İsrail'de mahvolan Bilge"de yaşadığım acı maceraları okuyabilirsiniz. aslında o yazıyı bundan önce okumanız gerekiyor çünkü burası "güzel" ve "aşağıda yaşanan acılara değer" zaman yaşanları anlatıyor.
Kudüs'teki İsrail Başbakanlık bürosundan basın kartlarımızı aldık sabahın bir köründe Kutup abiyle. O kartlar olmadan Filistin bölgesine geçmeniz mümkün değil. Aslında bize polisler sormadı ama sorarlarsa elinizin altında olması gerekiyor.
Filistin bölgesi dediğim yer İsrail'in doğusunda kalan ve Batı Şeria olarak adlandırılan yer. Burada Ramallah, Nablus, El Halil gibi önemli kentler var. Bu kentlerde sadece Filistinliler yaşıyor ve aslında İsraillilerin girmesi kesinlikle yasak. Ancak işgalci İsrail saolsun üzerine para vererek İsraillileri bu kentlerin tepelerine kaçak olarak yerleştiriyor. Ev, yol, su, elektrik sağlıyor. Aslında bu uluslararası hukuka aykırı ama İsrail ne takar ki hukuku!
Neyse bizim asıl yolumuz Nablus kentiydi. Şu ünlü 2001 intifadasında İsrail'in bir türlü kıramadığı büyük direnişin gösterildiği kent. Burada Filistin'in en zengin işadamıyla söyleşi yaptık. Kendisinin adı Munib Masri idi. Kendisiyle randevulaşmamız bir ay sürdü zaten. Ama değdi mi diye sorarsanız evet derim. Hayatımda ilk defa bir şatoda kaldım. Evet iyi duydunuz kendisi Nablus kentine 2 bin metre yukarıdan bakan bir şatoda yaşıyor. Muhteşem bir malikane. Evin altında 1700 yıllık Bizans dönemine ait bir manastır var. Bahçede Napoleon'un metresi için yaptırdığı kış bahçesi, bir tapınak, osmanlı kurnaları, fransız kemerleri... sayamıyorum ki... Savaş ve acının olduğu Filistinde böyle adamlar da var. Aslına bakarsanız Filistin'de yönetimi elinde tutan ve Arafat'ın da bağlı olduğu El Fetih adlı parti üyeleri arasında gerçekten çok zenginler var. Filistin'de 3 gün kaldım ve son gün Ramallah kentinde gördüğüm malikaneleri hiçbir yerde göremem herhalde bir daha. Bir kere en az 4 katlılar ve çok çok çok odalılar. Ne bileyim dünyanın her tarafında olduğu gibi orada da yoksulluk ve lüks bir arada yaşanıyor.
Ben yine de Masri'yi tanıdığım, o evde kaldığım ve Filistin'in bambaşka bir yüzünü bir gazeteci olarak gördüğüm için çok mutluyum. Haa siz gidip görebilir misiniz? Evet aslında ama vize, iyi bir davetiye ve çok sabırlı olmanız gerekiyor. Masri beni kendisinin Türkiye temsilcisi seçti. Gitmek isteyenlerin başvuruları alınır!
(bu arada Masri ile ilgili yazı dizim çarşamba-perşembe ve cuma günleri sabah gazetesinde yayınlandı. okumak isteyenler için linkleri budur: http://www.sabah.com.tr/Dunya/2010/09/02/bagimsizlik_ekonomik_ozgurlukle_gelir

İsrail'de mahvolan Bilge.



Son olarak Kudüs'ten yazacağım demiş ve 15 gün ortadan kaybolmuştum. Bir ara ne güzel yazıyordum. sadece gezilerimi değil kendimi de... o gün yaşadıklarımı, ailemi, dostlukları, sevgileri, ihanetleri, mutluluklarımı, üzüntülerimi... aslında yine başlama isteği öyle dolduruyor ki içimi... birileri beni okuyor biliyorum, bunu bilmek bile insanı mutlu ediyor. bu sanki radyo programı yapmaya benziyor biraz. kaç kişinin sizi dinlediğini asla sayamazsınız. ben de bilemem. ama geçen yıl bir kız trabzondan emine adında. bana ne güzel bir email atmıştı. onu hiç tanımıyordum o da beni. ama beni ne çok seviyordu. nerede acaba şimdi?
neyse geri geliyorum yeniden... kudüs demiştim. aslında yolculuğum istanbul-tel aviv-kudüs-filistin (nablus) şeklinde geçti. hayatımda geçirdiğim en kötü yolculuklardan biriydi. nedeni ise zaten birçoğunuzun facebook'tan da bildiği üzere sorguya alındım israil pasaport kontrol polisi tarafından. saolsun Mavi Marmara, İHH ve yok olan İsrail-Türkiye dostluğu. İki kez Gazze'ye gittim ben son 5 yılda ve hiçbir şey olmadı. Sorgulanmamıştım bile. Düşünün Gazze, İsrail'in doğrudan savaşta olduğu bir bölge. Filistin'in Batı Şeria bölgesi, yani daha çok siyasi başkent de denebilir ise kısmen çok daha huzurlu. İsrail oraya çok müdahale etmiyor. Ama işte Türk'üz ya... Çek kenara. 4 saat boyunca dedemin adından Irak'a neden gittiğim (ki bu 3 kez soruldu) konularından hesap verdim. Eski pasaportumu saklasa mıydım acaba? Bilmem ben kabak gibi verdim. Eski İsrail vizelerini görürler de daha rahat bırakırlar diye. Oysa ki sanırım felaketim oldu. Bir ara baktım 10 kişilik çoluklu çocuklu kalabalık bir Türk aile de gözaltına alınmış. Yazık yaa... Biz de mi yapalım yani İsraillilere aynısını?
Neyse en sonunda saolsun İsrail İstanbul Başkonsoluğu devreye girdi de çıkabildim. Ama bu sefer de valizim yoktu. Biliyor musunuz hala yok! THY muhteşem bir şekilde valizimi kaybetti. Bir rapor tuttuk, döndüğümde de resmi başvurdum. 2 hafta geçti. 1 ayda bulunamazsa para ödeyecekler. Ama valla az öderlerse maddi ve manevi dava açmayı düşünüyorum. Çünkü düşünün Filistin'de valizsiz kaldığınızı! Üzerine giysi bulman, iç çamaşırı alman, ayakkabı bulman neredeyse imkansız. Öncelikle bütün dükkanlar ramazan yüzünden kapalı. gerçekten orada hayat 6 buçuktan sonra başlıyordu. sahurda son buluyordu. Kudüste bir alışveriş merkezi buldum ve 1 saatte kendimi baştan yaratmak zorunda kaldım. Bu ne kadar zor bir şeymiş. Aslında saatlerce alışveriş yapmanın ne kadar anlamsız olduğunu da o an anladım. 1 saat yetebiliyormuş:)
Sonra o aldıklarımı içine koyacak bir de büyük çanta aradım saatlerce. THY yüzünden Kudüs'te sadece bir akşam yemeği yiyebildim. Oysa ki ne büyülü bir kent. Sokaklarında gezmek istiyordum çok. İsrail genellikle en koyu Yahudileri bilerek Kudüs'e yerleştiriyor. Bir mahalleden geçtik neredeyse hiç renkli giyen yoktu. Siyah ve beyaz. Kadınları genellikle eşleri dışında kimse saçlarını görmesin diye peruk takıyor. tabii bunlar aşırı dindar olanlar. inanılmaz çok peruk dükkanı vardı. ayaklarına kadar elbiseler, siyah külotlu çoraplar. Baktım da sadece kapanan Müslüman kadınlar değil ki. Bıraksalar hepimizi siyaha sokup çıkarmayacaklar valla.
Neyse durum vaziyet budur. Valizim hala yoktur. Duanız beklenir. En çok da yeni aldığım muhteşem iki gömleğime üzüldüm. bir de annemle pınar dostumun aldıkları bluzlere... tazminatında değilim inşallah bulurlar!!!
(Genelde fotoğraflarımı koymuyorum bloguma ama ne kadar bitkin olduğum göresiniz dedim. Yukarıdaki resim ben havaalanında kağıtlara bakarak memurla valizimi ararken ve muhtemelen müdür-konsolosluk-aile arasındaki telefon görüşmelerimden birini yaparken- çeken muhteşem sabırlı az konuşan sakin foto editörü insan Kutup Dalgakıranlar!!!)