30.7.09

Rayların üzerinde...


Tren yolculukları insanı değiştirirmiş... saatlerce camdan dışarı bakınca insan bütün hayatı sanki gözlerinin önünden geçiyor gibi oluyor... pişmanlıkları, üzüntüleri, sancıları, özlemleri, hataları... güzel hiçbir şey gelmez benim aklıma o geniş camlardan dışarı bakarken. sanki hep bir hüzün insanın içine alır alır kaplar kaplar...

Şu anda Göteborg kentine gidiyoruz... Trenle... İsveç'in yemyeşil kasabalarının arasından, meşelerin, selvilerin, çınarların arasına serilmiş demir rayların üzerine kıvrıla kıvrıla... 

Birbirinden farklı, hayatları farklı, isimleri farklı, yaşları farklı, yaşantıları farklı insanlar aynı vagonda. Kitaplarını, elmalarını, gazetelerini, müziklerini almışlar yanlarına. uzun bir yolculuğa hazırlar..
trenler hep kentlerden uzakta ilerler değil mi... otobanlar, kalabalıklar, gürültülerden uzak. sonsuz bir ufuk çizgisi vardır trenlerin camlarından bakınca. ellerini çıkarırsın boşluğa... insan gerçekten kendini farklı hisseder. sanki özgürlükte sallanan bir sarkaç gibi...
sonra oturursun camdan dışarı bakarsın... aklına özlemler gelir, hatalar, geriye dönüp düzeltmek istediklerin, her şey başka türlü mü olmalıydı diye iç geçirmelerin...
ağaçlar, kalabalıktan uzak evler, uçsuz bucaksız yeşillikler...
trenleri, geniş camlarını, yalnızlığı ve sessizliği kutsamalarını seviyorum... beni değiştirmesini sevecek miyim bilmiyorum...

Stockholm'den iki minik kare... Gene gelecek ben:)


29.7.09

Bilge Celebi yine yollarda...

Tamam biliyorum aranizda benden nefret edenler var... yilin yarisindan fazlasini yurt disinda gecirip "alla kahretsin, yine nerelerdesin" diye soranlar var... yine gittim  istanbuldan.. 

bu kez kuzeylerde, isvecteyim... kime soylesem buraya gelecegimi, mutlaka bir akrabasi cikti ortaya... 
minik evlerin oldugu, yemyesil bir yer stockholm... ama en onemli ozelligini itiraf ediyorum. kadinlari cookk guzelll... hepsi sarisin ve upuzun ve ipince... neyse... cam agaci kokularini icime cekmeye gidiyorum.. var mi istediginiz bir sey? 

27.7.09

Bu benim dünyam-1

öğle yemeğinde geçen sohbet bu...
bekar bir arkadaşımın evliliğe yönelik inanılmaz mantıklı yorumu:

- biz: sen kaç yıldır evlisin?
- o: iki
- biz: aaa ne güzel..
- o: güzel ama bilmiyorum. belki bekarlığa dönebilirim
- "bekar arkadaş": aaa... bu piyasada iyi birini buldun mu yapışacaksın valla!!!

-------------------------------------

akşam saatlerinde geçen diğer anlamlı sohbet (şarkıya atıfta bulunduk anlayın artık):

- biz: baksana bana senden ne köy olur ne kasaba...
- o: benden sana rezidans olur anacığım...

Ben sana mecburum bilemezsin... Adını mıh gibi aklımda tutuyorum...

Lisedeydim... kimbilir aklımda gönlümde kim vardı. ortaokul yıllarımdan beri şiir yazardım. her genç kız gibi di mi... zaten bıraksan türklerin yarısı şairdir diğer yarısı da futbol yorumcusu...

benim ikincisi olamama yazım bir erkek olarak dünyaya gelmediğimden zaten başta yazıldı. o zaman ben de elime aldım kalemi... tüm ortaokul, lise, üniversite yıllarımda günlük tuttum... gerçekten hiç ara vermeden yazdım. her gün her gün... dile kolay 11 yıl... sonra arada şiirler yazdım. yazıp anneme okuyordum. o da "aaa ne güzel olmuş" diyordu. ben de seviniyordum...

sonra türklerin bir diğer özelliğini hatırladım: türklerin hepsi şiir yazar ama hiçbiri okumazdı... ama ben farklı olacaktım. var ya içimde isyan alevi yanar yanar durmaz...
dedim kimle başlasam... tabii ki isyan aleviyle bir çağı değiştiren nazımla... "yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir"i öğrendim... memleket sevdasını, anadolunun kokularını dinledim...
sonra devrimci aşkları bırakıp başka aşkları da bilmek istedim... atilla ilhan'ı elime aldım. bir fransız kasabasının muhteşem tutkusunu, bir kadının bileklerinin güzelliğini ondan dinledim... bir de aşağıdaki şiiri öğrendim...
lisedeydim, başımda kavak yelleri vardı... içimden bir ses oku dedi ben de okudum... gün geldi, yeri geldi, işte sormayın bir şekilde denk geldi; şimdi de size okuyorum. siz de bir gün birilerinin gözlerinin içine bakarak bu şiiri okuyun olur mu? benim için...

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Ölmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

Belki haziranda mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.

26.7.09

Bir normal gazeteci yoktur haber vereyim dedim...

Blog sayfamı açtım... Ne kadar yorulacağımı yazacaktım, bir anda arkama müdür geldi... Baktım benim yere attığım kağıtları topluyor. saat akşamın yedisi.. günlerden pazar... dedim sen ne yapıyorsun... kağıtları yeniden printer'a yerleştiriyorum... yaa niye? onlar geri dönüşüme gidiyor zaten.. yok yeniden kullanalım. evet ama sonra o kağıtlar buruş buruş çıkıyor. tamam o zaman ben de en güzel ve düzgünlerini alırım. bak şu pırıl pırıl mesela...

gazeteciliğe 2001'de başladım ve o kararı verdiğim her günü mutlulukla anıyorum. gerçekten dünyada bütün delilerin bir araya toplandığı bir meslek grubu daha görmedim. türlü türlü tipler dolu burada... öyle bizde çok kural yoktur. kimileri, gazetecileri plazaya soktukları için belki de şirkette çalışanlarla karıştırırla. işte niye geç geldin, üç gündür kart basmamışsın gibi şikayetler gelir. ama zaten ne kadar masa başındaysa bir muhabir o kadar kötü bir muhabirdir aslında. o zaman ver elini sokaklar... buralarda giysi yönetmeliği de yoktur mesela. öyle saç rengi, şekli, etek boyundan kimse sizi uyaramaz. duvara çarpmış gibi olur...

arada müzik açıp oynandığını, kahkahalarla gülündüğünü, veya sayfalar gecikti diye herkesin birbirine bağırdığını duyabilirsiniz. iki dakika sonraysa, sayfalar gönderilir baskıya... bir rehavet, bir rahatlama...
hele de haberimin çıktığı günlerde yaşadığım hazzı kelimelere bile dökemem. öyle eline alıyorsun, bakıyorsun sen... birileri seni asansörde görüyor, ne güzel haber diyor... başka hiçbir şey beni bu kadar mutlu edemez herhalde...

seviyorum işimi... ben aslında fen bilimleri okudum üniversitede. ama aşıktım yazmaya, üretmeye.. dedim yapmıyorum ve başlıyorum gazeteciliğe... iyi ki de yapmışım, iyi ki de aylarca parasız çalışmaya karşın direnmişim pes etmemek için... diyorum ki şimdi bunu okuyanlara... bir gün meslek seçmek zorunda kalırsanız mutlaka ama mutlaka sevdiğiniz işi yapın. yoksa sabah 8de girip kimi zaman gece yarılarına kadar çalıştığınız ofiste kimse sizi mutlu edemez... önce siz mutlu olun.
ben aşığım mesleğime, bir kere daha doğsam yine gazeteci olurdum... darısı herkesin başına...

(veeeee az önce müdürüm bir çıktı aldı ve hepsi akordeon gibi çıktı kağıtların... o hala dolaplarını açıyor printer'ın, "kağıt sıkıştı niye acaba?"... gerçekten niye acaba:))

22.7.09

İletişime geçelim...

Diyorlar ki bilge yazıyorsun, her bir şeyini ortaya döküyorsun... iyi güzel de biz de sana bir şeyler yazmak istiyoruz ama öyle herkes görmesin... bu siteye en çok yorum yazan mine görsün ama tamam mı?:))
peki öyleyse dedim, aylar sonra buyrun sağ köşede e-mailimi yazıyorum. ben yazdım siz de yazın...

Buyrun beyler... bayram etsin gözler



Oturdum yaz aylarında nefret ettiğim ve hep tartışılan konuları çıkarayım dedim... bir kaç tane aklıma geldi. mesela yaz aylarında yapılan bütün programların boğaz manzarasına nazır yapılması... sonra panolara mayolu kadınların pozları asılacak mı asılmayacak mı? ne var sanki asılsa değil mi? böyle böyle düşünürken internette bir yazıya rastladım. ayyy dedim tüm hislerime tercüman oldu. başlığını söylüyorum: Gökyüzünde Seks...
Bugüne kadarki en seksi reklam panolarını derlemişler... içimden bunları bizim saray muhallebicisi görse ne der diye düşündüm. mesela tam inmişsin fatihe doğru unkapanından karşında kocaman bir kadın poposu... insan baksa bir dert bakmasa. zaten o kadar büyük ki afiş görmemek mümkün değil. en azından ayaklarını ve baldırlarına göz kaçabilir hani... al abdest al al abdest al anca geçer günahlar...

o zaman lafa ne hacet... bugün sitemizin erkeklerinin gözlerini bayram ettirecek resimlerle geldik...aaa bunalım bunalım yeter valla, accık da eğlenin di mi... bilge sever hepinizi...
(Hamiş: eğer diğer resimleri de görmek istiyorsanız linki budur:

Şems'in 40 kuralı

17- Esas kirlilik dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

21.7.09

Twilight... alacakaranlık kuşağında aşk...

Bir vampir geliyor, boynundan ısırıyor ve sen de vampir oluyorsun... bütün hikaye bunun üzerinedir. ama ya vampir insan ısırmıyorsa. belirli prensipleri varsa. işte o zaman işler değişiyor...
bugüne kadar vampir filmlerine bayılırdım... hemen hemen hepsini seyretmişimdir. onların hikayeleri bana hep ilginç gelir. bir kez bilim teknik dergisine vampirlerle ilgili bir çeviri yapmıştım. oradan öğrendiğime göre gerçekten eskiden kan emen insanlar varmış. belki hala da vardır bile. benim çeviride vampirlerin porfiriya denilen bir maddenin vücutlarında eksik olmasından böyle olduklarını anlatıyordu. hatta sarımsak bu insanlarda kötü etki yaptığından uzaklaştırmak için sallamak yeterliymiş...
bugüne kadar izlediğim en muhteşem vampir filmi, tabii ki "Bram Stoker's Dracula"dır. muhteşem oyuncularının arasında drakulayı oynayan Gary Oldman'ın o minik, yuvarlak, mor gözlüklerine aşıktım. bir de sonlara doğru olan dağların arasından atlı arabaların geçtiği alacakaranlık çekimlere...
neyse. bu yazıyı yazmamın nedeni ise bu aralar bir filme takmış olmam: Twilight... aslında ben bunu aylar önce yine sıkıcı bir uçak yolculuğumda izlemiştim. izlemiş ve kendimden geçmiştim. sonra geçenlerde ikincisinin geleceğini öğrendim. dedim ki bilge git eskisini al ve bir kez daha izle. yaaa bu ne güzel bir film. yazının başında yazdığım insan emmeyen bir vampir edward... ve kasabaya gelen cool, sessiz bellaya aşık oluyor. ama hikayesi, sözleri, müzikleri ve tabii ki çekimleri muhteşem. evet kimilerine aptal bir aşk filmi gibi gelebilir, ama sabahtan akşama kadar siyasete bulaşmış şeyler okuduktan sonra inanın ilaç gibi geliyor. öyle kan falan da yok bunda. korku filmi de değil. ben filmin en çok çekimlerine bayıldım. sürekli bulutlu ve kapalı bir havada geçiyor film. sonra vampir olduğunu anlıyor kız gencin ve evine ziyarete gidiyor. değişik bir film. vampirlerin de bir kalbi vardır misali... yaaaa izlemelisiniz mutlaka.
filmin ikincisi kasım ayında vizyona girecek. henüz dur daha ilkini görmedim diyenlerdenseniz, alın size onun fragmanı... diğerini de yakında eklerim siteye...



alın size filmden de bir söz:

Bella: kaç yaşındasın?
Edward Cullen: 17.
Isabella Swan: Ne zamandır 17'sin?
Edward Cullen: ...bir süredir.
Isabella Swan: Ne olduğunu biliyorum.
Edward Cullen: Söyle, yüksek sesle.
Isabella Swan: Vampir...
Edward Cullen: Korkuyor musun?
Isabella Swan: ...hayır.

Söz uçar yarası kalır...

Bu aralar nedense keyfim yerinde... yani öyle arada saatte olsunlar geliyor gidiyor. geçtiğimiz hafta amcamlar, kuzenlerim, onların çocukları annemlere geldi. ben de gittim. insan özlüyor akrabalarını. artık kimse birbirine çok vakit ayırmıyor değil mi? mesela ben kuzenimin çocuğunu daha minicikken görmüştüm. 3,5 yaşına gelmiş... kan çekiyor, amma çok oynadık birlikte. bir de tam konuşamıyor. mesela yemek istiyorum diyecek.. "yemek" diyor sonrasında a-a-a-a-a diye sesler çıkarıyor.. sen kafadan tamamlıyosun.:)
hep birlikte eskileri andık, güldük, eğlendik... birbirimizle dalga geçtik. bir ara şöyle bir etrafıma baktım da... yani insan hep bir arada olmak istiyor. ama hepimiz öyle dağıldık ki istanbulun bir tarafına. ben çok özendim hep bütün akrabaları yakın oturan, sürekli kuzenlerin buluştuğu, geceleri buluşup sohbet ettiğin, okeyde hep fazladan oyuncuların olduğu sülalelere. araya kırgınlıkların, dargınlıkların girmediği dünyalara.. sonra vazo kırılıyor bir anda, tarihin bir noktasında, bir söz ediliyor, söz uçuyor ama yarası kalıyor. acıyor, sonra o yarayı bir başkası büyütüyor... büyüyor büyüyor, sonra o uçan söz bile kalmıyor; edilecek söz kalmıyor...
ben büyük aileleri seviyorum. eskiden annanemlerde toplanırdık bayramlarda. koccamaan bir aileydik, gülerdik dedemin islam'ın nur olduğuna dair hiç bitmeyen fetvalarına, annanemin ortalıkta telaşla dolaşmasına.. ikisi de hayatta ve hala bayramlarda birlikteyiz, ama olmuyor. birileri hep eksik oluyor, yarım kalıyor hayatlar...
benim ailem ilerde öyle olmayacak.. kendime söz veriyorum!

17.7.09

Tanrıdan dilediiiimmmm, bi son sigara aman aman::))

Eeeee sigara yasaklanıyor... gidin bu akşam nevizadeye, bi yanda rakı, diğer yanda cırtlak sesli çingeneler... eğlenin::))
haa bir de aşağıdaki şarkıyı istemeyi unutmayın. hadi size iyi efkarlanmalaaaaaarrrrr...

(not: daha önce yanlış şarkıyı eklemişim... özür dilerimmm!!)

Tüttürün tüttürün tüttürebildiğiniz kadar; pazara kadar!!!


19 Temmuz büyük gün. türkiye tarihine geçecek en önemli günler arasında bence... neden mi? eminim çoğunuz zaten biliyorsunuz. sigara yasağı başlıyooooooo.... Bugün gazetelerin hepsinin tek konusu sigara yasağı... Ben sigara içmiyorum. Hiç başlamadım. bazen bir bira falan içtiğimde öyle özenip yarısına kadar içiyorum ama o da yüzyılda bir kez. bir de captain black'in vişneli puroları çok güzel. keyiftendir o da yüzyılda bir (iki oldu galiba:)) sigara içilmesinden önceden çok rahatsız olurdum. artık çok fazla gitmiyorum ama barda üzerime sinen sigara kokusundan nefret ederdim. gece saat kaçta eve gelirsem geleyim mutlaka duşa girerdim. saçlarım nasıl kokardı; giysilerim...
bir de sabahları işe gelirken, kahvaltı etmemişsem, önümden giden adamın sigarası gelir ya üfleyince. tam arkasında yürüyorsundur. içine çeker ve bir bırakır dumanı. doğrudan senin yüzüne gelir. sollamaya çalışırsın büyük adımlarla... işte o dumandan nefret. daha mideme bi şey girmemiş, ilk giren sigara dumanı olmasın ne olur. mesela bu yasaklar arasına, sokakta arkadan biri gelirken sigara içmemek de eklenmeli. valla bence bundan daha kötü bir durum yok:))
neyse, geçen gün bir italyan arkadaşım geldi. hadi seni gel buranın en otantik ve havası en kirli bölgesine götüreyim dedim. tophane'nin yolunu tuttuk. osmanlı nargile'ye oturduk. paşa koltukları var onların yüksek minderli. en güzeli orası bence... neyse bi güllü nargile aldık. garson geldi, körüklüyo nargileyi. dedim ne yapacaksınız pazar gününden sonra? belli ki bütün gün nargilesi sönmek üzere olanların ateşlerini körüklemekten beyni kaymış amcamın. öyle baygın baygın bana bakarak; "ne olmuş pazara" dedi... ee dedim yasak geliyor sigaraya. bize bi şey olmaz dedi kendinden emin emin... ve aramızdaki beni öylece kalakaldıran konuşmayı sunuyorum size:

- nasıl olmayacak. yasaklanacak sigara nargile falan..
- yok abla biz bulduk çareyi.-
- neymiş çare?
- ab standardı mı ne varmış, onu uygulayacağız.
- neymiş o standart?
- yazın burası açık kalacak. biz çözümü kış için bulduk...
- eeee??
- şimdi kışın dört tarafı kapalı olacak ya. biz ayırcaz orayı. içmeyenler bir tarafa alınacak. içenler ayrı tarafa.
- ama kapalı alanlard...
bu cümlem yarım kaldı. böyle bana derin derin bir baktı ve dedi ki..
- abla yaa sen de amma dert ettin. sen gel kışın biz sana nargile buluruz ya, turistlere de. biz hep burdayız, bekleriz...

bu sefer bakma sırası bana geçti. eminim biz kışın oraya gideceğiz ve nargile içcek bir yer bulacağız. ben öyle içmiyorum zaten, ama orayı seviyorum. çok güzel bir yer bir kere... koltukları, havası, çayı, tavlası...

kapatmasınlar tophaneyi. yasak geliyor ama türkün zekasına ve sigara aşkına kimse karşı duramayacak bence. mutlaka bir zihni sinir çıkıp bir şeyler geliştirecek... öyle gariban sağlık bakanı her gün çıkıp "standartları" anlatsa da yetmez. her gün yeni bir kapalı alan formülü çizmesi gerekiyor. türke sınır yok, yasak varsa kırmak gerek!!! di mi?:))
(resme dair: birkaç yıl önce gelen yine italyan arkadaşlarım. yer tophane... içe içe kendilerinden geçtiler nargiliye::)) kanıtıdır!)

15.7.09

Şems'in 40 kuralı

16- Kusursuzdur ya Allah, onu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, yaradandan ötürü yaratılanı sevmeden, ne layıkıyla bilebilir, ne layıkıyla sevebilirsin.

İçimizdeki "Böcek Gregor Samsa'lar"

aşağıdaki yazıyı (sizin de aranızda canavarlar var mı) gecenin bir vakti yazıyorum... doldum doldum taşmak istiyorum. hayatı seviyorum, ama insanları değil sanırım. evet bu hayatın en güzel yanı insanlar. ama en iğrenci de onlar değil mi? yaşadıkça gördükçe daha ne kadar başkalaşabilir bir insan diye izliyorum.

siz kafka'nın "değişim" adlı kitabını okudunuz mu? metamorphosis aslında orjinali. bir sabah böcek olarak uyanan gregor samsa'nın hikayesini. böcek olduğu için yatağının altında yaşamaya başlayan, ailesinin önüne attığı ekmek kırıntılarıyla beslenen samsa... insan içine çıkamayacak kadar utanır kendisinden. kocaman bir böcektir çünkü. elleri ayakları yoktur. sürünür. ailesi de ondan utanır. yalnız kalır. asla kendisi olamaz, hep birilerine ihtiyacı vardır. sonu nasıl mı biter. hep bir insana dönüşecek diye beklersiniz samsa. ama dönüşmez. o yatağın altında bir böcek olarak ölür...

işte aşağıdaki yazı aramızdaki samsaları anlatıyor. asla kendisi olamayan, sürekli birilerinin önüne ekmek kırıntısı atmasını bekleyen böcek insanları... eminim sizin de vardır etrafınızda ezik, kendisi olamayan, ama kendini önemli zanneden insanlar...
ama ne yazık ki hepsi yatağın altında tek başına ölecektir. tarih de bunu böyle yazar!
okuyun kitabı mutlaka. ama mutlaka.

(bu şemsin kuralları ne ilginç denk geliyor. sanki yazdıklarıma inat çıkıveriyorlar her seferinde. vardır bir ilahi güç onlarda da mutlaka:)

Sizin de etrafınızda canavarlar var mı; bir "el" için değişen?

Sabah keyfine göre uyanırdı... bi sigara yakar kahvesini içerdi hemen. öylesine yaşardı aslında, bu dünyalar benden sorulur diye camdan şöyle bir bakardı. aynaya baktığında küçük olduğunu görürdü. bu yüzden aynalardan nefret ederdi. giyinip işe gitmek üzere evden çıkardı. kimseyle muhattap olmaz, kendi statükosunun sarsılmaması için sessiz dururdu. verilen işleri yapar giderdi. arada bir sesini çıkarır sonra yine sigara ve kahvesine sığınırdı.
sonra bir anda yeni biri girdi hayatına. kendisinden üstündü. bir anda bambaşka biri olup çıkmıştı. hayatının onunla yeniden doğabileceği umudunu taşıyordu. bugüne kadar kendi ininde yaşayan canavar bir anda uyanmış gözlerinde ışıltılar parlamıştı. ellerini tutacaktı o... yepyeni bir yüz, yepyeni bir el... daha büyük, daha güçlü bir el.. artık sigara yerine o ele sarılacaktı hayatta kalabilmek için.
onun için erkenden kalkar oldu, daha çok emek sarf eder olmuştu. kendisiyle gurur duyuyordu. ama sonra bir an geliyor bu gururu unutuyordu. çünkü bu o değildi aslında. yani insan 40ından sonra değişir miydi?
değişebilirdi aslında. ya da aslında zaten hep o canavardı da ateşini püskürtmek için gereken zamanı kolluyordu... kendini hep akıllı sandı. iyi fırsatları kaçırmazdı asla zaten. sorun olunca esip gürler, kendisinden daha yüksek ses çıktığında pısssssssss...

etrafındakiler şaşkınlık içinde onun hikayesini izliyordu. bir insanın değişimini... değişebileceğini, ama çirkinleşerek aynı zamanda...
ben de izliyorum. hayatın bana daha ne komediler sunabileceğini izliyorum... etrafınıza bakın, çevrenize, iş yerinize, dostlarınıza. değişen, çirkinleşen, "bir el" için içindeki insanın tüm değerlerini, ya da aslında zaten hiç varolmayan değerlerini nasıl harcadığını izleyin. ben izliyorum hem de dünyanın en komik filmini izler gibi...
sonra da diyorum ki "bilge, ne güzelsin ki dünyanın bir taraflarında kimse senin için bu satırları yazmıyor. güzelsin sen. canavar olmayacaksın asla; bir el için..

olma zaten. o eller değişir, bir el gider diğeri gelir, ama sen değişme...

14.7.09

Yeni keşiflerle geldim...

birkaç gündür yazmıyorum... ne çok şey birikiyor insanın hayatında. bazen bu blog'u nereden başlattım diye soruyorum kendime. bazen bir ayak bağı oldu sanıyorsun... sanki her gün bir şeyler yazmak zorundaymışım gibi hissediyorum.. ama sonra biri bir yorum yazıyor, bakıyorum bir sürü insan tıklamış sitemi. niye bu siteye girenler yorum yapmıyor acaba diye düşünüyorum. neyse bakmaları bile önemli belki de...
ben seviyorum öyle yazmayı. geçenlerde bir arkadaşımla oturuyordum işyerinde. yaşananlardan, öylesine konuşuyorduk ve durdu dedi ki: geçenlerde sen de yazmışsın ya blog'da... öyle mutlu oldum ki. hiç okumaz diyordum onun için. yanından bile geçmez... sonra aklıma herkesin bilgisayarına girip explorer'da geçmiş listelerini karıştırmak geldi. yapmadım tabii ki ama böylece kimler gizli gizli giriyor bulabilirdim... belki de çok fazla dedektiflik filmi izledim. kafa çalışıyor ya gereğinden fazla aklıma türlü fikirler geliyor. neyse siz okumaya devam edin, ciğerimi yazmıyorum ama yine de beni görüyorsunuz. aslında yazılacak öyle komik hikayeler var ki... sansüre uğruyorlar... dost sohbetlerinde döküyorum taşlarımı. ee yakınımdaki dostlarımın bir ayrıcalığı olsun değil mi?:))

hepinizi internette keşfettiğim yeni bir kadınla başbaşa bırakıyorum. aslında bilen biliyormuş bunu da gördüm. lila downs... kendisi meksikalı. frida filmindeki muhteşem "la llorana" şarkısını söylüyor. ama ben onu daily motion'da bulamadım. youtube'e girebilen şanslılar izlesinler. ben sizi bir konserinden canlı parçayla başbaşa bırakıyorum...

9.7.09

Bosphorus bir "İnek Geçidi"dir diyorlar...:)


Yolunuz Kadıköy'e düşüyorsa size güzel bir haberim var. belki çoğunuz görmüşsünüzdür ama benim de yazasım geldi. geçen günlerde eminönü'ne geçtim kadıköyden. tam vapura binecektim sağda bir dükkan dikkatimi çekti. iskelenin içinde. istanbul kitapları satan bir kitapçı açmış belediye. o kadar güzel ki. içinde birbirinden güzel, detaylı, kalın, ince kitaplar var. hepsinin tek özelliği de istanbul üzerine olmaları...

ben sadece "belirli" tarz ve "belirli" kitabevlerininkini koyarlar sanmıştım. hiç öyle değil. hepsi var. ayrıca semt semt bile bulabiliyorsunuz. mesela üsküdar, beyoğlu, fatih... semtlerin hikayeleri, tarihi eserlerin önemleri falan... içeri girdim kendimden geçtim.

bir de kuşbakışı istanbul fotoğraf kitapları var...bence herkesin istanbul'u ama gerçek istanbul'u bilmesi gerekiyor. mesela benim turist arkadaşlarım falan geliyor istanbula. gezin orayı burayı diyorum ama tarihi sorsanız bilmem...

o kitapçıdan bi kitap aldım. eski çağda istanbul diye. haliç'i, bizans'ı, kadıköy'ü öyle güzel anlatmış ki... incecik 40 sayfa bir kitap ama içi dopdolu. ne mi öğrendim kitaptan? mesela tam sultanahmet'in ortasında burgulu bir taş vardır yüksek. köfteciden aşağı doğru indiğinizde solda. o bir bizans imparatorunu diktiği kemerin bir parçasıymış...

bir de neden bizim boğaz'a bosphorus deniyormuş söyleyeyim mi? bu yunan mitolojisinden... o zamanlar Zeus, Anadolu'da yaşayan Io'ya aşık olmuş. ancak onu kıskanan aşkı hera Io'yu öldürtmeye karar vermiş. zeus da sevgilisini korumak için onu bir ineğe çevirmiş. bu kez de hera ineğin üzerine sinekler göndermiş, canını acıtıp öldürsün diye. ölümden kaçan Io, kendini boğazın sularına atmış ve karşı kıyıya geçmiş... işte bosphorus, "ineğin geçidi" anlamına gelirmiş eski yunancada...
böyle hikayelerle dolu kitap işte. tavsiye eder bilge şiddetle...

8.7.09

Adamın cesedi kokuştu, onlar yanında tepindi...

Sabahtan beri internette arıyorum. hatta dün gece Michael Jackson'ı anma yerinde izleyen bir fotomuhabiri arkadaşımla bile mesajlaştım. Tamam gösteri süper, atmosfer falan insanı çok etkiliyor. Öyle ünlüler (sanırım rica edilmiş hepsi siyahlar içinde gelmişler) "i love you michael" diyerek kendinden geçiyor falan. her şey tamam güzel de size de şu görüntü absürd gelmedi mi? adamcağız öleli haftalar oluyor. artık çürüdü etleri morgda kalmaktan, bıraktın da karışsın toprağı değil mi? yok öyle şarkıcılar falan yanında şarkılar söyleyip tepindiler... tabuta bakıp da "sen benim en yakın arkadaşımdın" falan diye konuşuyorlardı. içimden gülmek geldi gerçekten. sanki adam çıkacak bir anda "evet yaa öyleydi" deyip geri yatacak. niye getirirsin ki onu? getir dev bir posterini koy oraya. hem kendi rahat etsin hem de biz...
inanılmazdı bence.
bizim dinin en güzel yanı bu herhalde. hemencecik gömüyorlar. bence dün gece öyle altın tabutta binlerin önünde cesedin durması kadar gerçekdışı bir görüntü daha yoktu...
baktım internete "michael tabutta mıydı?" diye. galiba ordaymış en acısı da bu... yazık valla...

Bi sarımsak için birbirimizi kırmayalım...

Şu televizyonlar gerçekten komik şeyler. Hani bazıları vardır ya der: ayy valla hiç seyretmiyorum, düğmesine bile basmıyorum. çok sığ şeyler var... ben öyle demicem. bence güzel programlar var gerçekten. ama kaç tane bilmiyorum. belki de elin parmaklarını geçmeyecek kadar. bir ara o kadar dışarı çıkıyordum ki -tango, ocakbaşı, geziler- falan filan. dedim beni eve bağlayacak bi şey bulmam gerek. dünyanın en anlamsız, beni en az zenginleştirecek ama beynimi boşaltmamı sağlayacak şeyi keşfettim sonunda... evet dizi izlemeliydim. hangisini... baktım böyle büyükadada geçiyor, müzikleri güzel. eee romanını da ortaokulda okumuştum... Dudaktan kalbe!!! muhteşem kemancı kenanla hizmetçi lamia'nın aşkı... iyi de gitti. her salı eve geldim gerçekten.
tam bir seromoniydi benim için dudaktan kalbe... yemeğimi yedikten sonra çayımı demledim. çekirdeğimi aldım kuruldum televizyonun karşısına. (assos pırlantanın sunduğu dudaktan kalbe başlıyor) sesiyle bir heyecanlanıyordum. evdeyim, kimseye randevu vermemişim, gururla demişim ki dizi izlicem... reklam aralarında kalkıp evde yapmam gerekenleri yapıp, aramam gerekenleri arayıp vakit geçiriyordum.
ama bitti... iki sezon sürdü ve haftalar önce kenan kendini başından vurdu (o anda büyük aşkı çoktan cemilin kollarında kendinden geçiyordu)...
yaz geldi, zaten eve girmek mümkün değil. haftasonları da yazlıkta annemin yemekleriyle kendimden geçip, babamla çiçekleri gezip, salatalıkların uzayıp uzamadığını inceliyoruz...
konuyu bağlıyorum ve başlıkta sorunun yanıtını vermeye başlıyorum. dün akşam bir tekne gezisi vardı. boğazda allahım ne kadar güzel. ikinci köprünün ardındaki villalarda oturanlar balkonlarına kurulmuş, bize kadeh kaldırıyorlar. ben de içimden "niye teknede olan benim?" diye sorarak sahte gülücükler dağıtıyordum. neyse gezi bitti eve geldim. hala sallanıyorum, ama bogaz havası, muhteşem istanbul kendimden geçmişim. michael jackson'u seyretmek için ntv'ye doğru deyim derken show tv'de "yemekteyiz"i gördüm. kadın öyle mutfakta geziniyor. kendi kendine de konuşuyor. sonra kanalı değiştirdim. 10 dakika sonra geri döndüğümde duyduğum saçları fön makinasında kabarmış da kabarmış bir kadın şunu söyledi: "bir sarımsak için birbirimizi kırmayalım bilmem ne bey..." aman tanrım diyerek daha bir konsantre oldum. olayı anlamam gerekiyordu. sarımsak için kim kimi neden üzsün? meğerse olay şuymuş. adam, ev sahibinin yemeğe sarımsak koyduğunu söylemiş. kadın da yok koymadım demiş. yok koydun yok koymadın derken olay büyümüş. ikisinin arasındaki saçı fönden kabarmış kadın da, işte başlıktaki özlü sözü söyledi.
yani arkadaşlar bu 80 derece hissedilen (o da nasıl oluyorsa) havada kimse kimseyi sıcaktan bunalıp da sarımsak için kırmasın olur mu.:::))
iyi günlerrrrrrrrrrr

2.7.09

Yılın Sözü Yüzyılın Çarşısından!!!

"Hayatının yarısını siyah, yarısını beyaz geçiren büyük Beşiktaşlı Michael Jackson ruhun şad olsun!!!"

İmza: Beşiktaş Çarşı grubu...

Şems'in 40 kuralı


15- Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermek için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

Tarak Gazetesi: Kafanızı Bilgiyle Tarıyoruz

kokteyller, toplantılar genelde gazetecilerin bir araya gelip dedikodu yaptıkları yerler halini alabiliyor bir süre sonra. kendi gazetesinde olanları, başka gazetelerde yaşananları konuşup döküyoruz taşlarımızı. çok da zevkli oluyor hani... neyse dün de bayağı muhabbetten sonra konu siyasete geldi ve o muhteşem "kağıt parçası" üzerinde fikirlerimizi konuştuk. o anda bir arkadaş dedi ki "internetteki taraf gazetesiyle ilgili videoyu gördün mü?"... yok dedim. işe geldim ki sabah göndermiş bile. videonun adı "Tarak gazetesi"...
bir kişi sürekli kapının önüne "gizli belge" bırakıyor. ahmet altan da "kadının memelerini hoyratça sardım" diyerek son kitabından dem vururken bir anda belgeyle baskıyı durduruyor... belgelerin ardı arkası kesilmiyor; sonu da bomba...
daha uzatmıyorum; buyrun izleyin::))

14 yıl geçti, ama hiç değişmemişim!!! Ne mutlu doğaya!!!:))

Dün akşam ABD'nın kurtuluş gününü kutladık gazeteciler, elçiler, ünlüler, valiler, sosyetikler, valiler falan... konsolosluk binası acayip kalabalıktı. şöyle bir etrafı gezdikten sonra bir anda karşıma biri çıktı.. "bilge!" diye yüzüme bakıyordu. bil bakalım kimim ben, iyi bak hatırlayacaksın... baktım baktım valla çıkaramadım. adını söyledi. liseden arkadaşımdı. valla öyle değişmiş ki; göbek yapmış. değişmiş bütün yüz ifadesi falan. 'sen beni nasıl tanıdın' diye sordum? hiç değişmemişsin, dedi. "aynısın valla, yüzün, gülüşün aynı. bir de hala çöp gibisin". düşünün 95te girdim ben liseye, dile kolay tam 14 yıl. 14 yılda insan hiç mi değişmez. adamcağız beni pat diye hatırladı. allahım ne çok sevindim. bir ara gidip aynaya bile baktım. şöyle bir saçlarımı düzelttim. mutlu oldum... insan ne komik şeylerden mutlu olabiliyormuş. bir de kadınlar tuhaf yaratıklar, böyle güzellik, yaş konularına erkeklerden daha takık gibi geliyor bana. yani yıllar su gibi akıyor, bizimkisi de geçiyor. ben öyle takık değilim aslında...
hani derler ya bazıları "allahım bir 10 yıl öncesine gitsem. o yaşları ne özlüyorum" diye... ben hiç demedim. 20'li yıllarımı çok güzel geçirdim. üniversitede edirnedeydim, orada bir evde 4 kız hayatımın en güzel evrelerinden birini geçirdik. sonra yurt dışına gittim. çalıştım, para biriktirdim, gezdim...
istediğim işe girdim. sevdim, sevildim, üzüldüm, ağladım, ayrıldım, birleştim, uzaklaştım, yakınlaştım. hayatımın en güzel dostlarını buldum, bazılarını acıyarak eksilttim...
böyle diye diye geldik işte 30lara... ben hep hayatı şöyle hesaplıyorum. "mesela ortalama kaza bere kanser kalp krizi falan olmadı diyelim 80e kadar yaşadık. şimdiye kadar yaşadığım hayatın süresinden daha fazlası beni bekliyor..."
eee 30 yılda o kadar çok şey yaşadım, o kadar doldurdum ki ceplerimi, gelecek kimbilir ne güzel olur, değil mi?...
ee hayat güzel. eski dostlarla karşılaşmaksa çok daha güzelmiş. dün gece bunu anladım::))