29.12.11

Müslümansın, Yılbaşını Kutlayamazsın



Dün akşam apartmana girdiğimde yerde bu kağıdı buldum. İmzasız, bir kağıda daktilo edilerek çoğaltılmış. Aslında onlarcasını atmışlardı ama bir tanesini alıp resmini çektim ve buraya koyuyorum. Biline...

27.12.11

Yorumsuz- 26122011-Çağlayan Adliyesi önü

Çaydanlıklar çaydanlıklar


Bizim mahalledeki galerilere geçen yıl baskın olmuştu. Bayağı bir kavga dövüş. Gazeteler gitti, işte mahalle baskısı falan haberler yaptılar. Evet bayağı bir bölünmüşlük var; orası kesin. orada yaşayan eskilerle yeniler arasında. ama ayrılık ne kadar keskin olursa olsun, galeriler oradalar ve bir yerlere de gitmeyi düşündüklerini hiç sanmıyorum. hatta sayıları da her geçen gün artıyor.
Neyse yazımın konusu bu değil, o galerilerden birinde gördüğüm yukarıdaki "eser." sabah işe giderken gözüm takıldı, şimdi her gün günde iki defa üst üste dizilen çaydanlıkları izliyorum. nasıl öyle dengede duruyorlar diye düşünürken iyi bir yapışkanla tutturulduklarına karar verdim. Ama ben yine de düşündüm düşündüm de arkasındaki sanatı anlayamadım. Siz bir şey anladınız mı?

20.12.11

İşyerinde beni deli eden sesler-2


Aşağıya bakarsanız geçtiğimiz günlerde açtığım başlığın birincisini okuyabilirsiniz. Çıt çıt çıt halinde çıkan ve insana ofisteki hijyeni hatırlatan tırnak makası sesini bastıran ikinci bir sesten söz edeceğim... Bu kez beni deli edeni arka arkaya boğazı açma şeklinde gerçekleştirilen öksürüğe benzeyen sestir. hani böyle öksürük değildir tam, boğazı temizleme şeklinde bir öğürme, kusmaya gitmeden önce çıkan böğürme sesi...
sabah ofise 8de geldim ve arkamda biri sabahtan beri bu sesi çıkarıyor. git bir su iç, bir ilaç al. yok ne konsantre kaldı ne de haber yazma isteği... açık ofis ve Türklerin çalışma şekilleri üzerine yeni bir tez gerekiyor sanırım...

17.12.11

Tophane'nin Peymane'si...



Yeniden blog günlerime geri döndüm ya anladım ki bu bir hastalık. aynı kitap okumak gibi.. o hızı yakalarsanız hep okursunuz, bırakırsanız bir daha o tempoyu yakalamak zordur. yazmak da öyle bir şey... insan başladı mı duramıyor...
bu kez bilge sizlere mahallesindeki bir lokantayı anlatmak istiyor. bilmem dinler misiniz? yeri tophane'dir... şu anda yaşadığım semtin hemen aşağısı oluyor kendileri. sahilden gelenler için hoppp çukurcumaya doğru yokuş yukarı dönüyorsunuz; biraz ileride solunuzda kalıyor. İtalyan Konsolosluğunun hemen yanında. kendilerinin adı Peymane-La Cucina İtaliana dersem hatırlayacaksınızdır.
aylardır önünden geçiyorum hep girip bakmak istedim, kısmet dün akşama imiş...

aslında yerleri Asmalımescit'teydi. Ancak duyduğuma göre "çalgıcılardan, kalabalıktan, kalitesizlikten ve arada hava paralarından" bıkmışlar... sakinliğe geldik diyorlar. bizim tophane de gerçekten çok sakindir. 200 metre yukarısında yer yerinden oynarken bizim oralarda çıt çıkmaz...
sözün kısası asmalı'dan tamamen taşınıp tophane'ye gelmişler. üç katlı bir yer. ilk katı italyan lokantası. ikinci katı sanırım mutfak... en üst katı ise ocakbaşı... koskocaman ferah bir yer. loş ışık, büyük masalar, kadife geniş koltuklar, sessizlik, eski istanbul tabloları ve aslına uygun bırakılan tuğla bir tavan..
en çok neye bayıldın diye sorarsanız ortadaki koskocaman ocakbaşıya derim. artık beyoğlundaki tıklım tıklım olan, her bıçağı eline aldığında yanındakine çarptığın ocakbaşılarından bıktım. hatta ismi lazım değil birinin kasası tam ocakbaşının arkasında. her seferimde omzuma çarpan garsonlarda sıtkım sıyrıldığı için adım bile atmıyorum.
düşünün dün cuma olmasına karşın ocakbaşında bir kişi vardı, peyniri ve rakısıyla demleniyordu. ama yine de işletmecisi, müşterilerin beklediklerinden çok daha fazla olduğunu söyledi. e az ama öz güzel bir şey tabii...
biz humus, zahterli narlı yeşil salata, patlıcan ezme (sıcak geldi buzhane değildi), domates ezme söyledik. tabii ki de et. hepsi muhteşemdi...
yani diyeceğim odur ki Bilge burayı sevdi... kalabalıktan uzak sakin bir ocakbaşı isteyenler, italyan lokantasında romantik yemek isteyenler için idealdir... saygılar sevgiler iyi beslenmeler:)

Minik yeğen ve inatçı teyzesi...

Bu sabah erkenden uyandım... Size yazmadığım ve uzak kaldığım dönemde ablamı everdik... kendisi ressam bir beyle dünya evine girdi... her şey çok hızlı gerçekleşti ben bile yetişemedim. biz daha ablamızın evlenmesine alışmaya, aramıza yabancı bir erkek girmesine alışmaya çalışırken bir de teyze olacağım haberiyle sarsıldım. değil ikinci artık üçüncü sıraya itilmiştim.. ne yapalım hayatın düzeni bu. gün gelecek ben de onların hepsini iteceğim:)))
neyse bu aralar hepimizde bir telaş var.. bebeğin cinsiyeti ne olacak diye. bu sabah Yedikule'deki Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi'ne gittik. ablamın doktoru orada... hep beraber ultrasonun üzerine üşüştük... acaba cinsiyeti nedir diye.. ama velet ayıptır söyleyemesi arkasını dönmüş kimse umurunda değil... aylar oldu tık yok. teyzesi gibi inatçı yemin ederim. artık doğmadan inşallah söyler de biz de renkli giysiler seçeriz. gerçi ölsem kendilerine kız olursa pembe almayacağım, çünkü baştan aşağı kızlarını pembeye boyayan annelere oldum olası gıcığımdır... ayrıca hayatta giymediğim turuncudan sonraki ikinci renktir. niye kızıma (veya yeğenime) giydireyim ki...
Artık 3 hafta sonra bakacağız. ne çıkacak diye... tabii yine gizlemezse:))

Küba'dan bir hatıra


Küba fotoğraflarım arasında gezinirken aylarca masaüstü yaptığım bir resim buldum. Canım Küba'm benim... bir fırsat olsa da yine yollarım oralara düşse.. o zamana kadar herkesi bu fotoğrafla başbaşa bırakıyorum. Jose Marti de güzel söylemiş zaten: imkansız diye bir şey yoktur, ancak yeteneksiz insanlar vardır...

16.12.11

Aklımın İplerini Saldım (Yüksek Sadakat)

Ben bu şarkıyı hep ama hep çok sevdim... Bu solist şu anda nerede acaba? Şu ne güzel bir söz:
"Kimbilir sen benim halimde sakinliğimde ne buldun?"

İşyerinde beni deli eden sesler-1

Erkeklere bunu önereceğim...

------------

Günün (sabah işyerine 8-8.30 arası geldiğimi hesaplarsam), en az 10 saatim ofiste geçiyor. Arada dışarıda olduğum zamanlar tabii bu sayı 0'a bile düşebiliyor. Neyse içerideyken huzur içinde çalışma çabalarım arasında çıkan sesler beni deli edebiliyor. İşte insanoğlunun bir arada çalışma uğraşında çıkardığı doğal veya yapay sesleri sıralamak isteyerek bir başlık açtım.
Ve ilk sırayı açıklıyorum:

Tırnak keserken makasın çıkartığı "sesi"... İnsan ofiste nasıl tırnak kesebilir? Neden yani? E üzerine bir de törpü vereyim isterseniz...

14.12.11

Tatildeydim ve hep olasım vardı-1

HUZUR!
Güzel ev
Ayvalık sahilde görüldüğü üzere kediler, yerel halk ve ben...
Cunda'daki tarihi Rum kilisesinden bir görüntü
Kaz Dağları'ndaki otelimden görüntü...
Geyikli'nin camisindeki kuş yuvaları

Çalışan insanlar niye sabahtan akşama kadar para kazanmak için didinirler? Emekli olup rahata ermek için diyebilirsiniz, güzel yerlerde yemek yemek, moda giysiler almak da olabilir… Tamam ben hepsini de isteyebilirim, ama bana göre çalışmanın en mükemmel yanı tatile çıkabilmek. Yeni yerler görme tutkumun asla tükenmediği için yukarıda her kim varsa ona teşekkür ederim. İşte içimdeki bu tutkuyu besleyebilmek için planlar yapmaya başladım geçtiğimiz ay. Açtım haritayı önüme; nereye gidilir ki aralık ayında. Türkiye dışında bir yerler olsun istedim. Avrupa buz gibi, zaten Barcelona’ya gidip de yüzmeden dönülür mü hiç? Afrika uzak, pahalı ve yağmurlu. Tayland sel götürüyor. Güney Amerika (bakınız Afrika). Bulamadım bulamadım bir yer. E dedim o zaman Bilge. “Madem yurt dışında senin için umut yok, atla arabana çık bakalım yola. Yol seni nereye götürürse” dedi içimden bir ses. İşte o sesle ilk durağım Tekirdağ köftecisiydi.

Hayatımda hiç görmediğim, oysa ki sonradan öğreneceğim üzere yakın çevremde benim dışımda herkesin gördüğü Kaz Dağları ile Ayvalık hedefini önüme koydum. “Aaa Ayvalık’a mı gidiyorsun, Cunda’ya git. Şurada kal, şurada ye, şuradan yağ al”… Eee madem o kadar güzeldi niye hiçbiriniz bana önceden git demediniz ki?

Neyse zararın neresinden dönülürse kârdır. Çanakkale, Eyvah Eyvah filminin çekildiği minik Geyikli kasabası (Evet aynı zamanda Bozcaada vapurlarının da kalktığı liman), Odun İskelesi derken git git git…

Kaz Dağları tabii ki adından da anlaşılabildiği gibi bir dağ sırası. Orada kalınacak en güzel yer ise Yeşilyurt Köyü denen yer. Şimdilik orayı keşfeden İstanbulluların sayısı bir elin parmaklarını geçmedi, ama her an geçebilir dikkat edin. Minik “butik otel”lerin işgaline uğramak üzere. Aynı zamanda ben izlemedim ama Karadağlar dizisi de orada çekilmiş. Neyse, taşlı yollarından tırmanarak otel arama mücadelemde açık birkaç yer bulabildim. Buranın en kötü yanı ölü sezon olmasına karşın otel fiyatları uçmuş gitmiş. Dedim madem paramı veriyorum büyük denizde boğulayım. Tam tepedeki en muhteşem “Öngen” adlı otele yerleştim. E otelde başka kimse kalmadığı için de suit oda şahsıma tahsis edildi. Şöyle bir replik aktarayım: “Bilge hanım odanıza kaçta çıkacaksınız?”. “10 gibi neden?”… “Şöminenizi hazırlayacaktık da…” Allahım o ne güzel bir manzara, ne dinlendirici bir atmosfer. Uyu uyu uyu. Kitap oku oku oku. Ruhum dinlendi yemin ederim.

Ama artık gitmek zamanıydı, yoksa cebimde beş kuruş kalmayacaktı. Zeytin ağaçlarının arasından kıvrılıp Assos, Mıhli Şelalesi’ne ilerlerken kendimi Ayvalık’ta buldum. Minicik eski bir Rum kasabası. İki katlı evler, daracık sokaklar. Sanki Tarlabaşı’nın aynısı, ama binalar yarıdan kısalmışJ bir de tabii daha bir güvenli gibi…

Aslında evleri güzel korumuşlar. Yani hepsini yıkıp büyük binalar da dikebilirlerdi. Bunları şehrin dışına göndermişler. Sokaklarda ise eski binalar restore edilen, balkonlarında çiçekler. Ama ateş pahası. Bir de İstanbul’a pahalı derler. Bir Rum binasını 100 bin euro’ya sattıklarını okudum. Hareketli bir emlak piyasası.

Cunda’nın sahilinde bir ben bir kediler bir de yerli halk vardı. Yerli ve yabancı turistten eser yoktu. Tüm otoparklara bedava bırakabilmek arabayı ne kadar büyük keyif bilemezsiniz. Sahilde şöyle bir olay yaşadım. Rakı-balık ikilisinin hakkını verecek bir yer arıyordum. Dışarıdan bakıp seçmek zorundaydım. Sokaktan içeri müşterileri zorla çağırmayan tek mekanı bulmak istedim. Baktım en güzel ve sakin dekor Bay Nihat denilen yere aitti. İçeri adım attığımda bayıldım. Ayrıca kendilerinin bilumum “İlk 10” anketlerinde en iyi, en zengin ve en muhteşem meze gibi dallarda yer aldığını gördüm. Sübye, fener kavurması, balık pastırması, günlük (donmuş değil asla) ahtapot, kaşarlı beyaz midye, ısırgan otu kızartması gibi inanılmaz lezzetli mezeler yedim. Tanrım onlar neydi öyle. Şiddetle tavsiye ederim.

Ayvalık’ta kaldığım sürede farklı yerler de görmek istedim. E arabam ve vaktim vardı. Canım arkadaşım İzmirli Muammer dedi ki: Dikili’ye Bademli’ye git Bilge. Oralar güzelmiş. E dedim peki o zaman. Direksiyonu güneye kırdım ve vardım Dikili’ye. İzmir’e girmiştim bile. Oradan da Midilli’ye gemiler varmış. Onu öğrenmiş oldum.

Tatildeydim ve hep olasım vardı-2

Bademli'nin 82 yaşındaki, ama yaşlı genç herkese taş çıkartan balıkçı amcası...
Bademli Köyü'nün dingin sahili...

-------------------

Ardından da biraz daha güneydeki Bademli Köyü’ne gittim. Tam köy değil aslında çünkü nüfusu 2 bini buluyormuş kış aylarında. Minik bir balıkçı kasabası. Balıkçı teknelerinin bulunduğu kıyıya kadar indim. Burası aynı zamanda Kalem Adası’ndaki ünlü bir otele kalkan teknelerin de bulunduğu koy. Öyle sessizdi öyle sakindi ki… sadece teknelerin “taka taka taka” motor sesleri geliyordu. O kadar.

Akşam çökmüştü. Acıktığımda köyün içindeki minik “lokanta”ya girdim. Dört masanın olduğu, her bir masanın da muşamba rengarenk örtülerle kaplandığı bir lokanta. Ne vardı menüde, “tavuk, pilav, kuru fasülye, çorba.” Çorbada karar kıldım. “İyi ki diğerlerinden istemediniz, çünkü birazdan 15 kişilik işçi grubum gelecek yemeğe” demez mi? günde iki öğün işçilere tabldot çıkarıyormuş kendisi. 9,5 liradan. Hesapladığımda ayda eline 3 bin liranın geçtiğini gördüm. Evi de muhtemelen iki adım yerdedir. Özgür çalışmasını gördüğümde kendimi düşündüm. 3 bin lira. Bir balıkçı kasabasındaki lokantanın kazandığı en az 3 bin lira. Ve dedim ki, “Bilge emekli ol; hatta olmadan git bu İstanbul’dan…”

Bu moral bozukluğuyla hızla hesabı ödedim ve kalktım. Beni ancak yollar paklardı. Tam gaz Ayvalık’a döndüm.

Tariş’ten de zeytinyağlarımı aldıktan sonra önce Bursa, ardından da Topçular üzerinden evim evim canım evime geri döndüm. Eğer “dönesim var mıydı” diye sorarsanız “hiç yoktu” yanıtını seve seve verebilirim.

Sorarsanız ki bu tatilden nasıl döndün diye; “tatilin kötüsü yoktur, insana kendini bulduranı vardır” diye yanıtlarım… herkese en kısa zamanda tatiller dilerim..:)