31.3.09

Guantanamo!


Merhabalar,

Geçtiğimiz hafta yok olduğum günlerde, Guantanamo'daydım. 4 gün boyunca, ABD'nin Küba'daki cezaevini, kampları, hüçreleri gezdim. Söyleşiler yaptım, off-the-record bilgileri dinledim. İki farklı dünyanın içiçe nasıl olabileceğini gördüm.

Yarın gazetede yazı dizim başlıyor. Dün gece 4 buçuğa kadar oturup ilk bölümü tamamladım. Hala ceset gibiyim:)) Umarım beğenirsiniz. Yarın gazetede çıktıktan sonra bloğuma da alacağım yazıyı. O zaman buradan da okuyabilirsiniz. Ya da sabah.com.tr'den de ulaşabilirsiniz.

Yazı dizisi bittikten sonra da yazacak bir sürü şey olacak. Gerçekten inanılmaz bir tecrübeydi. Yıllar sonrasına kalın ve çirkin harflerle yazılacak bir mahpushane olacak Guantanamo... Buyrun okumaya::))

30.3.09

Orası burasıdır...

Bir ara blogda "dört gün boyunca yokum. internetin olmadığı ve telefonun çekmediği bir yer" demiştim ya... Hatırladınız mı? Buyrun yarın Sabah gazetesi alın ve sırrımı öğrenin... ehehehe... gerçekten çok heyecanlıyım. yaptığım güzel bir haberi paylaşmak amacım...

yarın görüşürüz!

Küçük bir not...

Beyoğlu yeniden AKP'nin oldu... daha önceki notlarımda kaybettiğini yazmıştım ilk gelen verilere göre... sandıklar sayıldıkça durum değişti. Artık kaldırımlar yenilenir, bizi de balçıklı günler yeniden bekler...

Baykal'ı gören bir adım öne çıksın

Bu arada farkında mısınız Deniz Baykal ortalarda yok. Ya Kemal Kılıçdaroğlu ya da Önder Sav açıklama yapıyor. Oysa ki Erdoğan'dan sonra kendilerinin teşrif etmesini beklerdim. Bir önceki seçimlerdeki çöküntüden sonra "zafer kazandık" diye çıkarken gerçekten büyük oy aldığı bugün neden ortalarda yok ki? Sanırım artık Kılıçdaroğlu'lu bir CHP geliyor... Kokusu zaten vardı, artık görüntüsü de yerleşiyor yavaş yavaş... Bilge'nin sezgisidir ve duyumlarıdır...

Sandıktan "manşet" çıksın

AKP son belirlemelere göre oyları yüzde 39.1'de kaldı. CHP yüzde 22.8'e çıktı. MHP de yüzde 16 dolaylarındaydı. 2004 seçimlerinde yüzde 42'yi bulan AKP oy kaybetti. Başbakan da memnun olmadığını ve "mesajı aldığını" söyledi. Burada saatlerce yorum yapmak istemiyorum. Siz tartışın istiyorum; kendi fikirlerimi döktürmek yerine. 

Bu arada gözüm CNN Türk'e takıldı. Çok ilginç bir yayın yapıyorlar. Aslında gazeteler birbirlerinden başlıklarını ve manşetlerini sır gibi saklar. Özellikle de birinci sayfalarını. Ama CNN Türk Milliyet ile Hürriyet gazetelerinin yazı işlerinden yayın yaparak manşetlerini yayınladı. Milliyet, "Halkın Manşeti" derken Hürriyet "Sandıktan Uyarı" başlığını atmış. Alt başlığı ise "Gandi'nin Yürüyüşü" diye atmışlar. Kılıçdaroğlu'nun Hintli lider Gandi'ye benzetiyorlar ya aylardır. Kılıçdaroğlu'nun başarılı kampanyası ve yaptığı büyük atakla ilgili olarak. Bir gazeteci olarak onların manşetlerini görmek bana ilginç geldi... Hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım önceden... 

Yine de keyifliydi. Peki size sorayım; siz gazeteci olsaydınız ne manşeti atardınız yarınki gazetenize? 

21'inci yüzyılda elektrikler gitti!

Bir anda kendimi Rusya'nın kuzeyinde buz gibi bir kasabada hissettim. Hani gaz lambalarıyla yaşanan cinsten. Elektrik ancak devlet binalarında varmış. Orada yaşayanlara bir gün gelmiş oy kullanın denmiş. Tam sandık günü herkes oy verdikten sonra sayıma geçilmiş. Ancak küçük kasabada oylar, elektrikler gittiği için sayılamamış. Mumlar yakılmış, gölgeler kaybolmuş ve oylar zarzor sayılabilmiş...

Bu devirde elektriklerin gitmesi bana bu hikayeyi kaleme (pardon klavyeye) almama neden oldu. Artık elektronik sisteme geçelim ne olurrrrr....

Gerçi ABD'de de elektronik sistem var ve orada da 2004 seçimlerinde yolsuzluk yapıldığı söylenmişti. VE Bush ne yazık ki bir 4 yıl daha kalmıştı. Siyasi hayatından bu izi asla silemedi, ama koltuğuna oturdu mu? Evet! 

29.3.09

Sandık sandık oylar, boyansın haritalar


Türkiye'ye döner dönmez, valizimi eve bırakıp sandık başına gittim. Ayakta uyuyordum ama yine de yılmadım!

Sanırım herkes bunu yapacaktı ki uçak tıklım tıklımdı. Şimdi de televizyonun karşısında kanal kanal geziyorum. Çok heyecanlı!!!

İstanbul'da sanırım AKP kazanmış durumda. Kılıçdaroğlu anlamsız bir şekilde bir açıklama yaptı, "Yüzde 40 başarıdır" diye. Ama buna bile ulaşamayacak sanırım. Başta aradaki puan çok değildi ama giderek açılıyor.

İstanbul'da şaşırdığım belediyelerden biri de Beyoğlu oldu. AKP'li Ahmet Misbah Demircan koltuğunu CHP'ye bıraktı. Oysa ki burası son 10 yıldır -Nusret Bayraktar'dan gerçi Refah Partiliydi ama- AKP'nin güçlü olduğu bölgelerden.

Bir de CHP'nin önde gittiği illerde büyük fark attı (bak. İzmir, Edirne...)

Hala sandıklar açılıyor. Heyecanla izliyoruz.

(Bir de bir soru soracağım, neden bu seçimlerde parmaklarımızı boyamadılar?)

28.3.09

En güzel "mac"


Yaklaşık  8 ay önce tanıştım kendisiyle... Muhteşem görüntüsü, yumuşacık tuşları ve inanılmaz karizmasıyla bambaşka bir dünya açtı bana... Tamam daha abartmıyorum ama MacBook'umu dünyada hiçbir şeye değişmem. O bilgisayar değil "mac"; hamsinin balık olmaması sadece hamsi olması gibi bir şey (Karadenizde kimse balık demez ki hamsiye:))

Her gittiğim eyalette genelde bir Mac dükkanına girerim. Yenilikler var mı diye. Ama bana kalırsa en güzel Mac dükkanı New York'ta; hemen Central Park'ın yanında. Girişi muhteşem bir kere. İçeride de yüzlerce kişi aynı anda hem alışveriş yapıyor hem de aletleri karıştırıyor. Hatta içeride, photoshop'un son versiyonunun gösterisi bile vardı. Adamın ağzında mikrofon, oyun oynuyordu resimlerle... Bunların hiçbiri asla bir PC dükkanında göremezsiniz. Yok ki zaten bir "Microsoft Store" Mac kadar güzel... Belki Türkiye'de teknik servisi çok iyi değil ama olsun; şiddetle tavsiye edilir!

Best seller Başkan


Barack Obama burada sadece başkan değil. Resmen bir ikon! Her yerde fotoğrafları, tişörtleri, takvimleri, rozetleri satılıyor... Kitapçıda da adına bir stand bile açmışlar. Kendisi ya da eşi Michelle hakkında yazılan kitaplar, kendi kaleme aldıkları... Bu stand dışında, kitapları "çok satanlar", "tarih" başlıklarındaki standlarda da ayrıca var. Sanırım bugüne kadar hiçbir başkan onun kadar popüler olmamıştı. Amerikalılar bir ikon bulmayı ve onu büyütmeyi çok seviyor bana göre. Umarım Barack kendilerini hayal kırıklığına uğratmaz!

New York'ta Rumi'yi buldum...


Yeniden New York'tayım... Birkaç gündür yazamadığım için özür dilerim ama ne yazık ki ilk olarak internetin olmadığı bir yerdeydim. Ya da var diyelim ama her dakika giremiyordum. Böyle bir yer var mı diye düşünüyorsanız yanıtım evet olacak...

Diğer ve daha önemli nedense çok kötü hastalandım. Etrafımda sürekli grip gezinenlerden uzak durmama karşın ıslak saçla buz gibi bir uçağa bindim ve şu anda herkes dışarıda cuma gecesi eğlenirken ben New York'ta odamdayım! Başım çok ağrıyor...

Ama yine de biraz da olsa kelimelere sığınacağım otel odasından... Bugün bir ara dışarı çıkabildim sürünerek. Birkaç fotoğraf çektim. Öyle oturup insanları izledim. Burada türlü türlü dünyanın her tarafından insanlar var. Ama o kalabalık arasında kendimi en sevdiğim yerlerden birine attım. Bir kitapçı dükkanına...

Asıl istediğimse, çok sevdiğim bir arkadaşıma bir Mevlana kitabı almaktı. Günlerdir o kadar anlattım ki ona, en sonunda onun da gönül kapısı açılsın istedim. 5'inci caddede büyük bir kitapçı dükkanı var: Barnes and Noble... Burada Mevlana deyince kimse bir şey anlamıyor. "Rumi"nin kitapları var mı, diye sorduğumda beni şiir bölümüne gönderdiler. Aslında beklemediğim kadar çoklardı. Hayat hikayesini anlatanlar bitmiş bile. Ben de içlerinden birini satın aldım, bir de fotoğrafını çektim...

Kitabım bitmek üzere. Elimden geldiğince -blog yazamasam da- Şems'in 40 kuralını aksatmamaya çalıştım. Umarım beğeniyorsunuzdur. Bu arada iyi bir Mevlana kitabı arıyorsanız, Radi Fiş adlı yazarın "Mevlana" kitabını alın. Altlarını çizmediğim tek bir sayfa yoktu. Muhteşem!
 

23.3.09

Buyrun içinize yolculuğa




Eğer son bir yıl içinde havaalanlarında beklediğim saatleri saysam günleri bulurdu herhalde. Acıktım, uykum var... Bir buçuk saattir oturuyorum koltukta. Uçağı bekliyorum ama elimdeki kitabın da keyfini çıkarmaya çalışıyorum. Aslında mıhlandım desem yeridir. Elif Şafak'ın "Aşk" kitabını okuyorum. Çoktan yarıladım bile...

Üniversite yıllarımdan beri Mevlana ile ilgili her kitabı okumaya çalışıyorum. İnsanlığı, derinliği, dindarlığı, gerçek sevgiyi anlatmasını okuyorum. Bambaşka bir dünya buluyorum hep onda ve sözlerinde... Zaman içinde geçmişe gidebilseydim o zamanlarda Konya'da olmayı ve O'nu bir kez dinlemeyi dilerdim herhalde...

Kitabı anlatmayacağım, ama içine Şems'in (Mevlana'nın gönül dostu) 40 kuralını serpiştirmiş Şafak... İmana, insanlığa, kendini bulmaya ve aşka dair. Ben de blog'umun sağ tarafına bir not açıp her gün bir kuralı yazacağım. Umarım ki herkes kendinden bir şeyler bulur... "İçinize" iyi yolculuklar dilerim...

(fotografı birkaç yıl önce Galata Mevlevihanesi'nde çektim...)

Kanadında bir tüy oldum yine gidiyorum

Yine yolculuk var... Özür dilerim ama bu kez nereye gittiğimi söyleyemeyeceğim... Kimileriniz biliyor, ama herkes değil. Döndükten sonra nisan ayında gazetede okuyacaksınız. Aslında muhteşem bir doğaya sahip, ama biraz tehlikeli, fazlasıyla tartışmalı, ama tarihe adını yazdırmış bir yere gidiyorum. Benim için dua edin...

4 gün boyunca olmayacağım. perşembe görüşürüz..


Manhattan-Brooklyn hattında bir metro yolculuğu




Bugün kahvaltı etmeye dışarı çıktıktan sonra Brooklyn'deki bir arkadaşımı görmek için Manhattan'dan metroya bindim (buraya 3 paragraf sonra yeniden dönüyorum). 

Brooklyn ile Manhattan nereler mi... Şöyle anlatayım. Bizim Asya ile Avrupa gibiler. Birinde yaşanılıyor diğerindeyse çalışılıyor. Biri sessiz, sakin ve huzurlu; diğeri hırslı, hızlı ve ışıklarla süslü... Asya New York için Brooklyn, Manhattan ise Avrupa yakası demek. Burada da insanlar "Brooklynli ve Manhattanlı" diyerek ikiye ayrılıyor. Her ikisini de İstanbul'daki gibi köprüler birleştiriyor. Ama burada bir değil onlarca köprü var; nehrin altından, üstünden giden. 

Bana sorarsanız Brooklyn çok daha güzel bir yer. İstanbul'da Anadolu yakasını sevdiğim gibi. Alışveriş çılgınlığının olmadığı, huzurlu bir yer. Gökdelenler yerine iki üç katlı evlerin olduğu yeşillikler içindeki bir bölge. 

Birbirinden kadınla erkek kadar farklı olan bu iki yer arasındaki tek ortak noktaysa binlerce etnik kimliği içlerinde barındırmaları bence... metroda yaşadıklarım da bunun göstergesi...

Biletimi otomatik makinelerden aldıktan sonra F hattındaki treni beklemeye başladım. Eski, tangır tungur ilerleyen metro hızla istasyona girdi ve kapı tam önümde durdu. Amma şanslıymışım dedim içimden. Bindim ve Çinli -her çekik gözlü Çinli olmayabilir ama çok benziyordu- bir adamın yanına sokuluverdim. Elinde Mandarin dilinde bir gazete vardı. İçimden bizde Türkçeyi zor çıkarıyorlar; burada çincesi bile var derken gözüm karşımda oturan adama takıldı. Onda da İspanyolca bir gazete vardı... Derin derin sayfalarına dalmıştı.

Pusette iki bebeğe bakmaya çalışıyordu ayaktaki bir baba. Eşi olduğunu sandığım kadın ise benim sağımdaydı. Bir ara saatiniz kaç diye soracak oldu; öyle sohbete başladık. Fransız turistler olduklarını öğrendim. Brooklyn'deki İtalyan dostlarına gidiyorlardı ziyarete. 

Az sonra bir istasyonda inmeye hazırlanan bir adam ayağa kalktı. Oldukça iri yarıydı ama elinde bunların tam tezatı pembe küçük bir çanta vardı. O anda çaprazımda kapının yanında dişleri olmayan -sürekli sırıtık duruyordu çünkü- bir adam, ayağa kalkana el kol hareketleri yapmaya başladı. Ne demeye çalışıyor derken eliyle iri kıyıma ceketinin cebini gösteriyordu; fermuarını kapatsın diye. Cüzdanı duruyordu o cebinde gördüğüm kadarıyla. O zaman bu kentte suç oranının yüksek olduğuna dair haberlerin doğru olabileceğini anladım. 

Durduk, iri kıyım indi içeriye Hintli olduklarını düşündüğüm Asyalı 3 kadın girdi. Çok iyi ingilizce konuşuyorlardı ve Fransız babanın baktığı iki bebekle ilgilenmeye başladılar. Ellerinde etiketli valizleri vardı; belli ki yeni gelmişlerdi... İki durak geçtikten ve bebeği mıncıkladıktan sonra indiler onlar da... Bense hala gidiyordum çünkü neredeyse en son duraklardan birinde inecektim. 

Kapılar kapanmadan önce bir kadın elini uzattı. minicik bir şortu elinde de su şişesi vardı. Belli ki koşuyordu. İçimden "bu şortla istanbulda koşuya çıksa arkasına takılanlardan kurtulmak için hayatının deparını atardı" diye düşündüm. Metroda bile sürekli ileri geri zıplıyordu soğumamak için. O anda yanından bir haham geçti. 70'lerinde vardı. Her iki yanından uzun gri iki lüle saç sarkıyordu. Bizim vagonu beğenmemiş olacak ki herkese göz ucuyla baktıktan sonra diğer vagonlara doğru ilerledi. 

Ama bana, metronun en ilginç görüntüsü neydi diye sorarsanız sandalyede oturan bir gençti. Gerçekten üzeri deri kaplı bir sandalyeye ters oturmuş gidiyordu. Belli ki satın almış ve metroyla taşıyordu. Ama çok komik bir görüntüydü. Durağına geldiğinde sandalyesinden kalktı ve koltuğunun altına alarak iniverdi...

7'inci caddeye geldiğimde Brooklyn'deydim. Burası benim durağımdı. Defterimi çantama koydum, çantamı omzuma astım ve gün ışığına çıktım. Ve kendi kendime dedim ki tüm New York'ta günlerce göreceğimi 20 dakikada metroda gördüm. Burası New York'tu ve gerçekten dünyanın başkentiydi...

(ilk resim brooklynde bir pazar.. diğer ikisi ise manhattandan iki tabela. nedense hep severim onları; kaybolanları yönü gösteriyor)

22.3.09

Karmaşık, güneşsiz ama özgür bir kent: New York






Önüme yeni bir sayfa açtım New York'la ilgili bir şeyler karalamak için. Ama önce yurdumda ne oluyor dedim ve gazetelerin internet sitelerine şöyle bir baktım (kanda gazetecilik var ya haberlere bakmadan ancak bir gün geçebiliyor)...
İlk gözüme çarpan haber, İstanbul'un -ki aslında Boğaz'ın - dünyanın en iyi 5'inci manzarasına sahip olduğuydu... Sıralama ise ABD'deki Büyük Kanyon, Hong Kong, Tayland ve New York Rockefeller binalarıydı. 
Bana göreyse bu listenin en üstünde olmalı Boğaz... İki yakadan da karşısı geceleri Binbir Gece Masalları'ndaki gibi büyülüdür. Hafif garb ama daha çok şarkın mistizismi içinde büyüler kişiyi...

Gelelim New York'a... Şu anda saat sabahın 6 buçuğu... Aradaki 7 saat farktan ötürü horozlar gibi ayaktayım. Kent yeni yeni uyanıyor. Sokaklarda sadece taksiciler var.  Yine bir haber için buradayım. Dördüncü gelişim bu yıl. Ama çok iyi bilmiyorum hala New York'u, çünkü çok kalmıyorum. o yüzden iyi tanıyanlar gücenmesinler izlenimlerime...

Aslında bana sorarsanız buraya gezip görmeye niye gelinir asla anlamam. Kimilerine göre New York dünyanın başkenti. 170 ayrı dilin konuşulduğu, binlerce etnik kimliği içinde barındıran, dünyanın ekonomisinin kalbinin attığı bir kent. Yüzlerce yıllık tarihi, gökdelenleri, Harlem'i, alışveriş çılgınlığı ve ışıl ışıl Manhattan'ıyla belki görülmeye değer olabilir.

Ama ben burada daha çok kaos, sağa sola koşturmaca, para kazanma hırsı hissediyorum. Lüks arabalar, evsizler, kalabalık ama içinde yapayalnız insanlar, yoksul siyahiler...

Bana göre burası çok eski bir kent. Her yerinde sürekli bir tamirat var. Bir de fareleriyle ünlü desem. Metroda, sokakta, hemen hemen her yerde fareler var. Kent yıllardır yenilenmediği için onlar da kendilerine bir yaşam alanı oluşturmuşlar. Tabii oteller de bundan nasibini almış. Saolsun gazete bana hep merkezde güzel bir otel ayarlıyor, ancak Sheraton dahil kalorifer sistemlerini görmelisiniz. İçinden tozların uçuştuğu, kırık düğmeleri olan ısıtıcılar. Bir görevliye sormuştum nedir bunlar diye; yanıtı valla bu oteller yıkılıp yeniden yapılsa belki düzelirler demişti. Ama bu mümkün değil tabii.. Nerde bizim bakımlı, lüks otellerimiz...

Bir de gökdelenlere dayanamıyorum. Bir önceki geldiğimde bir dükkana girmiştim. Ama gazeteye de haber yetiştirmek için saatte gözüm. Aman tanrım bir baktım hava kararmış. Yandık dedim içimden ve kendimi dışarıya zor attım. Aslında saat daha 3'müş ama gökdelenler yüzünden sokağa ışık girmediği için akşam oldu sanmıştım. Evet biliyorum saksılık olabilir yaptığım, ama gerçekten sokaklara ışık girmiyor.

Yok ben güneşi görmek istiyorum diyorsanız en iyi adres Central Park. Muhteşem denebilir. Bir kere kocaman. Her köşesinde bir şeyler dönüyor. Kimileri müzik çalıyor, kimileri dans ediyor, kimileri ise yarenini koynuna almış güneş altında öpüşüyor. 

Biliyorum biraz uzattım... Ama yazacak çok şey var. Yine devam edeceğim. Ama eğer en iyi his nedir bu kentte derseniz herhalde yanıtım özgürlük olacaktır. Gerçekten de herkes özgür burada. Minicik etekleri, derin dekolteleriyle cesurca yürüyen birbirinden şık kadınları gördüğümde ben özeniyorum şahsen. İsteyen teybini koyup sokak ortasında rap yapıyor. Yılda birkaç kez sadece protesto olsun diye metroya donuyla binenler var bu kentte. Bunların hangi birini İstanbul'da yapabiliriz ki? 

Zaten kentler gelip gitmekle değil içinde yaşamakla anlaşılır ancak. O yüzden buraya aşık olup kalanlara saygı duyuyorum. 

Şimdi bir şeyler yemem gerek. Saat 8'i buldu. Daha çok şey var yazacak ama şimdilik bu kadar...
 
(resimlere dair notlar: ilki 42'inci caddedeki metroda müzisyenler. diğer ikisi Central Park'ta çekildi. diğeri meşhur alışveriş caddesi 5'inci caddede bir vitrin. Sonuncusu ise şu anda otel odamdan dışarının görüntüsü ve gökdelenler...)

20.3.09

Kanadında bir tüy olsam nereye konsam?

Yarın buraya notlar karalayamayabilirim... Bilge'ye yine yolculuk göründü... Yeni Kıta'ya doğru akacağım. 11 saat boyunca asla uyuyamadığım (denemediğim uyku hapı kalmadı, sökmüyor bu hiper aktif kadına) ve ortalıkta sürekli dolaştığım için beni uçaktan atmazlarsa, size New York sokaklarından sesleneceğim... Şimdiden THY yolcularından özür dilerim...
Dualarınız eksik etmeyin ve izlemeye devam edin...

Farsça ama İranlılar bunu görecek mi ki?


ABD dünyaya yeni bir açılım getirecek ya olaya sadece İran gözüyle bakıyor -ki bence en iyisini yapıyor. Ortadoğu'nun en kilit ülkesi bence İran. Kolları tüm İslam alemine uzanıyor. Şii nüfusuyla artık Suudi Arabistan'ın Sünni cemaatinin etkisini azaltmak için elinden geleni yapıyor -bakınız Irak, Lübnan, Filistin...

Konumuz genç-karizmatik-iyi eğitimli-bıçkın Başkan Obama'nın yaptığı Nevruz kaydı. İranlıların bayramlarını kutlamış. İngilizce, ama Beyaz Saray'ın PR'cıları çalışıyor... Altyazıyı Farsça hazırlamışlar. Yani eğer İngilizce bilmiyorsanız Farsçasını anlayabilirsiniz.

Ama işin komik bir yanı var- yani en azından ben öyle olduğuna inanıyorum. Bu video İran'da yayınlanmıyor ki. Eee İran rejiminden kaçanlar da genelde Fransa ya da Amerika'ya sığındıkları için onlar da İngilizce biliyor olmalı. Farsça'yı okumak da İran dışındaki İranlılara kaldı anlayacağınız.

Yeni de çok yermeyelim. Açılım açılımdır... Mesela Erdoğan'ın kutlamasını Kürtçe altyazıyla yapsalar fena mı olur? Çalışın PR'cılar, kapılar açılsın, gönüller birleşsin.

Müzik dünyası mı kirli dünya mı çok temiz biz mi çok safız?


Kötü bir müzik dinleyicisi değilimdir; öyle en yeni çıkanları çok iyi bilen cinsten de değil ama... rock müziktir beni anlatan ezgiler. eminim benim gibi deli, sabahın 7'sinde radyo eksenle güne başlayan...takılmışımdır mesela bir U2, Coldplay ve Bruce'a kolay çıkamam. Ama açığım; varsa önerileriniz güzel.

ama müziğin dünyasını çok yakından bilmiyorum aslında...

ben gazete dünyasını bilirim. keyiflerini, dönen dolapları, kimin odasından kimin girip çıktığını, milletin ballandıra ballandıra okuduğu bazı köşe yazarlarının oralara nasıl geldiklerini mesela. bizimkisi içi dolu turşucuk misali. biraz ekşi, görünüşü çirkin ama içi keyifli bir meslektir. en azından rahat, kendine has bir dünyası olan bir meslek olduğu kesin. yine doğsam yine gasteci olurdum (ama ilk hayalim voleybol oyunculuğuydu. neyse reenkarne olursam düşünürüm)

müzik dünyasını tanıma çabalarıma dönüyorum. dün akşam peyk grubunun (bakınız önceki bloglar - http://www.peykweb.com/) solistiyle tanıştım. irfan... çok içten biri... her müzisyen gibi derin, bu dünyaya ait olmadığı kesin; tüm çarkın dişlilerinde yok olmak istemeyenler gibi. daha geri planda kalıp keyifli ve istenilen değil (ona göre kız müziği-ilginç di mi:)) istediği müziği yapmak istiyor. belki de çarkın içine girmezsen bunu yapabilirsin. özgürlüğün birinci koşulu: kimseye bağlı kalmamak...

aslında şarkıcıların magazine düşen haberlerinin hiç de göründüğü gibi olmadığını, albümlerin satılması için, kliplerin yayınlanması, istiklal'de çalınması için ne numaraların yapıldığından dem vurdu. orasının da diğer meslekler gibi var olabilmesi için çirkin oyunlara başvurması ne kötü.

etrafımızda temiz ne kaldı ki desenize... gerçekten müzikten anlayan, bu işi hakkıyla yapmak değil amaçları ona göre; tek istenilen para kazanmak!

bir de ironik bir hikaye anlattı. yaa saçları uzun (bu benim fikrim) ve "tipini beğenmedikleri" için bir bara almamışlar (hala bu kafa...) çünkü barın sahibi bankacı ama müzikle çok ilgilenmeyen cinsten. "seni hiç tanımıyorum" diye kestirip atmış. asıl komik olansa birkaç hafta önce peyk'in orada canlı sahne almasıymış. nasıl bir şey bu!!! (ki bence aramızda kalsın ama tipi çok da fena değildi hani, ben patron olsam kesin alırdım:))

neyse kadınsal bakış açısından profesyonelliğe geçiyorum yeniden. ikinci albümleri hazırmış. ben de merakla bekliyorum. kayıt için stüdyoya girme sözü aldım. o zamana kadar daha çok müzik dünyasının dedikodularını alırım ben. sizde de varsa beklerim...

Galatasaray ne yaptınnnnnn???

Sonunda geri kalan Türk takımları da Beşiktaş'ın akibetine uğramaya başladı. Biz de 3-0'dan son 10 dakikada 3 gol yiyerek maçı verme başarısını göstermiş bir takımdık geçmişte... Yazık oldu çok yazık...

19.3.09

Acı ama gerçek...

Avusturyalı sapık babayla ilgili google'da okuyorum okuyorum okuyorum günlerdir. yaşadıkları, yaşattıkları üzerine. bu biraz can sıkıcı bir konu biliyorum sabah sabah. daha uzatmayacağım... sadece iki küçük not: biri pedofillerin neredeyse tedavilerinin hiç olmadığı. bu adam pedofil-ensest gibi birçok iğrençliği içinde barındırıyor ama bugüne kadar bu "genlerden temizlenen" başarılı bir tedavi örneği olduğuna çok sık rastlanmıyor. ne yazık ki...

genelde tedaviler çocukluğa iniyor. ama tüm sorun kötü geçen bir çocukluk mu? eminim hiç kimsenin mükemmel bir çocukluğu olmamıştır. öfkeler, haksızlıklar, yalnızlık, yasaklar! ama hepimiz ilk bulduğumuz çocuğa saldırmıyoruz değil mi? neden? eğilimi mi var yani... bilmiyorum, çok derin bir konu bu. fikri olan varsa bekliyorum.

bir diğer konu da Türklerin çocuk pornosu merakı. Evet yanlış duymadınız. Google'in "trends" diye bir bölümü var. burada internette aranan kelimelerin en çok hangi ülkede, hangi kentte ve hangi dilde arandığını gösteriyor. ben de taktım, ensest, porno, pedofil falan arayıp duruyorum. "çocuk pornosu" yazdığımda çıkan sonuçları yukarıdaki resimde görebilirsiniz. çok net olmadığı için biraz yazıyorum -üzerine tıklarsanız daha büyüğünü görebiliyorsunuz.
özetle şudur: bu kelimeyi en çok arayan beşinci ülke Türkiye. Üç kentimiz listede onurlu şekilde yerini almış: ankara, istanbul ve izmir. böylece dilde de ikinci sıraya yerleşmişiz. tabii ben de aradığım için bir tık da ben vurmuş oldum, ama kaç yurdum insanı benim gibidir ki acaba? bu da ayrıca düşünülmeli... acı ama gerçek...

"Dadına bakmıştır..."


Yukarıdaki başlık bana ait değil. Servisimizin kıvrak zekalı, genç kızların gözdesi hemşerim Silivrili Selçuk'undur... Bu sabah en erken gelerek dış haberlerin kapısını ben açtım. Hala uyuyordum. Gazeteleri ara bankonun üzerine bıraktım. Teker teker geri kalan pikaçular da düşmeye başladı servise... şöyle bir başlıklara baktılar ve hepsinden aynı söz çıktı: uleynnn bu kadın da aldatılır mı yaaa? Cümleyi açıyorum:
"uleynnn": küfürsüz bir şaşkınlık ifadesi...
"bu kadın": Angelina Jolie...
"aldatılır mı": dadıyla sevgilisi Brad Pitt'i basması...

Ardından başlayan bir dadı-ünlü-aldatma hikayesi... Aramızdaki magazin ustası muhabir, daha önceki ünlü aldatılmaları sıralamaya başladı: Jude Law, David Beckham. Liste bitmez herhalde.

Peki bitmez mi bu evin babasının dadıyla karısını aldatması hikayeleri de? Yıllar önce bir film izlemiştim, "Beşiği sallayan el" diye. Böyle bir aldatmaya girişme-isteme-niyetlenme-gözü kayma fiillerini düşünenlere tavsiye ederim. Şöyle ki evin erkeği karısının üzerine dadıyı kokluyor; ama işler sarpa sarıyor. sonunda çocuğu öldürme teşebbüsüne kadar varıyor dadının hırsı...

ama güzel dadılar da yok değildir. Mesela Gülben Ergen'in müthiş tiplemesi. tabii orada büyük bir fark vardır ki o da evin annesinin yıllar önce bu dünyadan göç etmiş olmasıdır.

Benim kulağıma hiç dadı-aldatma hikayesi gelmedi yakın çevremde. Ama eminim vardır; bakınız Türklerin adetleri: "kol kırılır yen içinde kalır"...

Ama bizim buradaki hikayeler daha çok yabancı dadılar üzerinden dönüyor. Daha fazla maaşlı bir iş çıkınca "ailem çağırıyor, ülkeme gitmem gerek" diyorlar. Artık bu yalanı ne olur söylemeyin, çünkü zaten küçük bir çevre ve artık kimse yemiyor. Bir de sanırım gerçekten inanılmaz maaşlar alıyorlar zaten. Kısaca yine bir Türk'ün bakışıyla özetliyorum olayı: doğal gaz vermiyor, elektrik-su yok. sıcak ev, bütün gün oturuyor. Rahatlık batıyor anacığım... Yine de herhalde yalan söyleyerek gitmesi, aldatma yaşatmasından iyidir (tabii hepsi yaşatacak demiyorum- dem vurmam dadı sendromundadır).

Yukarı bıyık, aşağısı sakal. Bilmiyorum, henüz yaşamadığım korkular için bu kadar derin yazılmaz ki... Olan Angelina Jolie'ye olmuş, basmış tokadı Pitt'e dadıyı da kovmuş. Bu yazıdan çıkan sonuç şudur: Güzellik bir yere kadar; bilinmeyen hep caziptir.

18.3.09

pişt pişt sakin ol...

Milyonlarca kadının başına gelen kuaför faciası bana da oldu... Elimde resim, koltukta ben; kalktığımda ise ne resim saçıma benziyordu ne de ben bana...

Sakinleşmeden ısmarladığım yemeğin bambaşka çıkması üzerine 7/11 ile birbirimize girdik.

Hiç sakinleşemedim. Durulmak için kulağıma taktığım tango şarkılarının ardından başka birinin masasından gelen teknoyu duyuyorum. (sakin ol bilge, sakin ol bilge, sakin ol bilge)...

17.3.09

İnsanlık! Avusturyalı Fritzl ve bir toplama kampı...





İnsan gerçekten üstün müdür tüm diğer yaratıklar arasında... Üstünlük neye göre mesela? Daha akıllı, daha duyarlı, daha utangaç olması mıdır insanlığını hatırlatan?

Günlerdir gazetelerde Avusturya'da kızını 24 yıl 8 kilitli kapının ardında tutan, bu süre boyunca istatistiklere göre en az 3 bin kez tecavüz eden, 7 çocuk sahibi olan, üçünü 'kapının önüne bırakmışlar' diyerek kendi karısıyla evlat edinen Joseph Fritzl'in davasını okuyorum. Doktora götürülen oğlunun cebine, 'bana yardım edin' notunu sokunca yaşadığı cehennemden kurtuluyor zavallı Elisabeth...

Mahkeme pazartesi günü başladı. Şimdilik insanın kanını donduran şekilde ilerliyor. Çünkü savcı, mahkemeye, kurban Elisabeth ve çocuklarının tutulduğu odadan eşyalar alıp jüriye koklattı. İçeriye havanın girmesinin mümkün olmadığı, elektriğin bulunmadığı, yazın sıcaktan kışınsa soğuktan yaşanılması mümkün olmayan bir odanın kokusunu almaları için... 

Koca 24 yıl. Bu arada bir çocuğu da hastaneye götürülmediği için öldü Elisabeth'in. Cesede ne mi oldu? Canavar adam bir sobaya atıp yaktı 3 günlük bebeği... 

Cinayet ve tecavüzden yargılanan Fritzl, kendini nasıl savundu biliyor musunuz? "Annem beni sevmedi ve kötü bir çocukluk geçirdim! İkinci bir ailem olsun istedim." Bu kadar... Aklı yerindeydi, cümlelerini düzgün kuruyordu. Görünüşte insandı!

Biliyorum okumakta güçlük çekiyorsunuz bu hikayeyi ama bu bana yıllar önce Strasbourg'da bir Yahudi toplama kampını gezdiğimde yaşadığım mide kramplarını yaşatıyor her gün...

Hiç filmler dışında gerçek bir toplama kampı gördünüz mü? Bence gitmelisiniz... Gerçekten insanlıktan nasıl çıkıldığını görebiliyorsunuz orada. Ben, insanların isterlerse gerçekten ama gerçekten "kötü" olabileceklerini anladım orada. 

Mantık ne biliyor musunuz: en kısa zamanda en fazla insanı öldürebilmek! Bunun için o kampta binlerce mühendis, doktor çalışmış. Bakın bunlar asker değil. Yahudiler üzerinde deney yaparken kanın akması için oluk bile eğimli yapılmış. Her şey daha fazla ölüm için... 

İnsanlar bence üstün falan değil. Kötüler... Bu kızına tecavüz etsin, bir topluluğu sadece dini farklı olduğu için yaksın hiç fark etmez. Karşındakinin canını acıtıyor musun, acıtırken vicdanın sızlamıyor mu, sızlamadığı için devam mı ediyorsun? Ediyorsun ediyorsun ediyorsun... 

(Fotolar: Burada o adamın resminin olmasını istemiyorum. Ama Struthof Toplama Kampı'nda çektiğim birkaç resmi koydum. en üstteki genel görünüm. Aslında kamp kurulmadan önce gözde bir kayak cennetiymiş. Birkaç yıl içinde ölüm cehennemine dönüşmüş. üçüncü fotoğraf doktorların Yahudiler üzerinde deneyler yürüttükleri odalardan biri. Sonuncu ise fırın)

146 yıllık gazete kapısına kilit vurdu


Ekonomik kriz herkesi ayrı vurdu. Kimi yerlerde tekstil fabrikaları kapandı, kimi tersanelerin kapılarına kilit vuruldu. Eminim sizin de işyerinizden çıkarmalara, çevrenizdekilerin ay sonunu getirememesine tanık olmuşsunuzdur.

Krizin vurduğu diğer sektör de basın. Biliyorum içinizden kimileri, "zaten patronlar parayı götürüyor" diyordur. Evet ama bizim sektörde yukarıdakilerle aşağıdakiler arasındaki maaş uçurumu çok fazla. Muhabirlere verilen paraları duysanız kulaklarınıza inanamazsınız. Evet belki sizin tanımadığınız kişilerle tanışıp gitmediğiniz yerlere gidiyoruz ama biz de ay sonunu getiremiyoruz -en azından muhabirler açısından bunu söyleyebilirim.

Eee kriz yüzünden kimi gazetelerin de kapılarına kilit vuruluyor dünyada. Geçtiğimiz hafta Washigton Post gazetesi ekonomi ekini kaldırdığını açıkladı. Ancak beni asıl üzen, ABD'nin en eski gazetelerinden olan Seattle Post-Intelligencer'ın (SPI) bugün son sayısını çıkarması oldu.

Ocak 2008'de gittim Seattle'a... ABD'nin en kuzey batı ucunda dağların ve buzların arasında, sabahtan akşama kadar ucuz balık yiyebileceğiniz bir kent. Konumuzla alakası olmasa da söyleyeyim, dünyanın ilk Starbucks dükkanı da bu kentte... Yolumuz SPI'a düşmüş, ne ironiktir ki bir blogger'la tanışmıştım...

Ancak bugünkü haberlere göre 146 yıllık SPI ekonomik krizden çıkamadı ve gazeteyi kapatma kararı aldı. Bundan böyle abonelikle ve internet üzerinden yayın yapacak. Ancak bu 181 çalışanın 141'inin işten çıkarılması anlamına geliyor. Çünkü yönetim internet için 40 kişinin yeterli olacağını açıkladı.

Kriz basını her gün daha ağır vuruyor. Bence bunda yapılan kontrolsüz harcamaların, haksız maaşların büyük etkisi de vardır. Gazete çıkarmak gerçekten pahalı bir iş biliyorum. İnternet gelişse bile hiçbir şey bir pazar günü çay yudumlayarak okunan sayfaların yerini alamayacak. Umarım almaz tabii, ama ufuk biz gazeteciler için hiç de parlak ışıklarla durmuyor.

(Fotoya ilişkin: SPI'ın son sayısı...)

Kesişen koltuklarda rahatlayalım...





Dünden beri kafamı kurcalayan iki haber var. Aslında çok yazmak istemiyorum ama gözden kaçacak gibi değil. Şu Avusturya'da kızından 7 çocuk sahibi olan canavar adamın yargılanmasına başlanması.... Diğer haberse, artık AB ülkelerinde "miss" ve "mrs" gibi kadın-erkek ayrımcılığı yapan kelimelerin kalkması...
Bu sabahsa geçen yıl benim de ziyaret ettiğim Seattle eyaletinin en önemli iki gazetesinden birinin artık kapatılma kararı aldığını okudum... her biri hakkında da yazacağım gün içinde görüşlerimi. gündem yoğun.

Amaaaa önce biraz rahatlayalım... ::)) Zaten stresli hayatımızda, iş sürtüşmeleri, karşılığını alamamanın öfkesi, yöneticiler, dedikodular, geç kalmalar, uyuya kalmalar... hepimiz akşam eve gidip ayaklarımızı uzatıp yayılmak istiyoruz.

Yabancı dergilerin birini karıştırırken yukarıda resimlerini gördüğünüz koltuklara rastladım. "Ligne Roset" adlı bir şirketin tasarımlarıymış. Aşık oldum resmen. Üzerlerinde ne keyif yapılır bir düşünsenize. Koleksiyonun adı da "confluences" konulmuş-kesişim kavşak anlamlarına gelebiliyor.
O zaman iş stresini atın ve kendinizi yukarıdaki koltuklarda uzanırken hayal edin... hadi kapatın ama gözlerinizi.::))



16.3.09

"Blog" da ne sorusundan "blogumu tıklar mısın"a doğru... Bir blogger patlaması!!!

Ben bu bloğu ilk açtığımda mail listemdeki herkese linkini göndermiştim. Açmamın nedeni de yaşadıklarımı arkadaşlarımla paylaşmaktı. Ama o zaman gerçekten hiç kimse beni pek "kaale" almadı. Canım İzmirimdeki dostlarım hariç. zaten ilk yazılara bakarsanız sadece onların yorumları var...

Ta ki Hillary'nin yanına seçilene kadar... İşte o andan itibaren ilgi olmaya başladı ki ben de buna çok sevindim tabii ki. Ama ilginç olan bir dedikodu vereyim. Kulağıma gelen söylentilere göre birçok köşe yazarı ve gazeteci blog açmaya başlamış. Hatta kimileri çoktan açtı bile...

Yolları açık olsun ve umarım benim yaşadığım sıkıntıları çekmezler. Suya yazı yazıyormuş hissini paylaşmazlar... Ama keşke o zaman en azından bir kez ilgilenselerdi, değil mi? Olsun, yine de ben ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen gazeteci-blogger'lar adına onlara yolunuz açık olsun diyorum.

Sevgiler.

İtalyan polisi hangi Türk şarkıcısına hayran?

Madem konumuz müzik... Son bir nota daha vurayım. Müziğin gerçekten evrenselliği üzerine...

İtalya'ya son gidişimde uçaktan inip "non-EU citizens" bölümündeki pasaport kontrole girdim. İtalyan polisi tabii ki dünyanın en eğlenceli ve sempatik polisleri olduğundan "Ciaooo Turca" diye söze başladı. Benim çat pat İtalyancamın ardından sohbeti koyulaştırdı. Artık ne vize ne de nerede kalacağım önemliydi. Bana Türk müziğini çok sevdiğini söyledi. En çok kimi seviyorsunuz dediğimde ise "Çok güzel bir kadın. Muhteşem sesi var" diye başladı ve kötü bir aksanla söylediği ismin Funda Arar olduğunu anladım. Nereden buldunuz diye sordum, yanıtı "internetti..."

Kendisini ben de çok severim. Hele "benim için üzülme" şarkısını yorumlayışını her dinlediğimde içim ürperir. Ama benim diyeceğim şu ki, öyle çok popüler, magazin sayfalarından düşmenize gerek yok tanınmak için... bir "tık" yetiyor bazen denizleri aşmaya...

Sizin burcunuz hangi makam?


Bu arada müzik ve psikoloji üzerine interneti tararken önüme bir yazı takıldı. Türk sanat müziğinin makamlarının hangi burçları, hangi saatlerde ve nasıl etkilediği üzerine. Onlarcasının içinden eleyip aldım. Çok ilginç geldiler, örneğin;

Nihavend makamı oğlakları etkiliyormuş. Öğleden sonra dinlenmesi gerekiyor.
Rast, koçları etkiliyor. En iyi gece yarısı ve seher zamanları dinlenir. Fazla uyumayı engeller.
Hüseyni makamını ise akrepler, sabah ve gün ağarırken dinlesin lütfen.
Hicaz yay burçlarına hitap eder. Yatsıdan sabaha kadar olan zamanda etkisi fazladır.
Uşşak balıklar içindir ve fecirden kuşluk vaktine kadar ve günbatımında dinlenir.

Aşağıdaki sıralamayı Türk bilgin Farabi yapmış:

Rast makamı: İnsana sefa (neşe, huzur) verir.
Uşşak: İnsana gülme hissi verir.
Hüseyni: İnsana sükunet, rahatlık verir.
Puselik: İnsana kuvvet verir.
Hicaz: İnsana tevazu verir.

Benim makamım Hüseyni... Sabahları dinlemem gerekiyormuş. Artık uyandığımda hüseyni makamından sesler yükselebilir evimden. Komşuların haberi olsun::))

Sabah Gazetesi'nin asansörleri ve müzikler

Bugüne kadar binlerce araştırmada sabah çalınan müziğin ne kadar önemli olduğundan dem vuruldu. Kulaktan beyne yayılan oradan da vücudun her hücresine aktarılan notalarla rahatlamak ne güzeldir...

Gerçekten de öyle ama... Evden çıkıp gazetedeki masama oturana kadar geçirdiği müzik macerasını anlatılmazsam olmaz... Her sabah uyandığımda doğrudan radyoyu açıyorum. Rastgele bulduğum bir kanal sabahları güzel bir klasik müzik çalıyor. Böylece kahvemin piştiği benim de hazırlandığım dakikalarda, fonda rahatlatıcı notalar vuruyor... Ardından bizim işyeri servisine biniyorum: garip Mesut abi köprü trafiğinde bayılmamak ve ayık kalmak için Kral Fm'i dayıyor... Allahım sabah sabah nasıl bir sestir İbrahim, Müslüm ve türevleri. Bir ara memleketi Ankara'nın bozlaklarına takmıştı, hangisi daha iyidir bilmiyorum.

Ardından bizim binanın asansörünün müziği geliyor. Gerçekten bu artık bir fenomen oldu. Bir ara bizim dizi müziklerinin cıngıllarını arka arkaya sıralıyorlardı. Selena, Elveda Rumeli, Adanalı vs... İlk ikisine bir diyeceğim yok ama Adanalı'nın müziklerini Ceza yapıyor. Ve asansördeyken şu ilginç sahne yaşanıyor: müdürünüzle veya bir astınızla başbaşa kaldınız. "Merhaba" diyerek gülümsüyorsunuz, asansör katları çıktıkça fonda çalan şu ezgiye kulağınız takılıyor: "Seninle benim aramızda büyük bir fark var..." İnsan gerçekten bir tuhaf oluyor, yeniden gülümsüyor, duymazlıktan gelmeye çalışıyor...
Sanırım bu tuhaflığın farkına vardılar ki artık asansörlerimizde klasik müzik çalıyor. Böylece kimsenin arasında da büyük bir fark kalmıyor...

Güzel müziklerle süslü bir haftalar dilerim...

13.3.09

"Ne zaman yayınlanacak bu"...



Bugün ikinci kez söyleşi yaptılar benimle (ilki ATV'ydi:)).
Hep mikrofonu uzatan olarak ilk kez mikrofonun uzatılması ilginç bir duyguydu. İnsan ister istemez ilginç hallere bürünüveriyor. Kendini bir başka hissediyor. Büyük laflar etmek ve ardından "acaba bunlardan hangisi başlığa çıkar" diye planlar yapıyor. Bir de en sonunda şu soruyu sormak çok zevkliydi: "Acaba ne zaman yayınlanacak bu?"
Blog yazan gazeteciler üzerine bir araştırma yapan üniversitede öğretim görevlisi bir arkadaştı soruları soran. Bloglar, önemleri, gazetecilik, haber atlatma, kaynaklar, gelecek üzerine keyifli bir sohbetti. Sanırım bir kitapta yer alacak.

Yukarıdakiler söyleşiden masada geri kalanlar...

Ama fark ettim ki biraz daha fazla bilmem gerek blogları ve gelişimlerini.. okuyacak, aydınlatacağım. söz..:))

Kimin telefonu kimde???

Blog'umu yazarken telefonum çaldı. Dışişleri Bakanlığı Basın-Enformasyon dairesinden arıyorlardı. Buradan ayrılıp başka bir gazeteye giden bir yazarımızın mail adresini istedi bir bayan. Ona artık o kişinin "H....." gazetesinde çalıştığını söyledim. Bana kulaklarıma inanamadığım şu soruyu sordu: "Acaba o gazetenin telefonu sizde var mıdır?"... Dikkat çekerim arayan "basın-enformasyon dairesi..." yani basınla ilgili bütün bilgilerin olduğu tek yer.

Yorum yapamayacak kadar inanamadım...

Anadolu yakasında 1+1,5 işkembenin mutluluğu

Az önce kocaaaa bir A4 ebatlarında bir blog yazdım. ve uçtu...

kalem defteri bırakıp kendini makinelere teslim edersen olacağı budur işte...
azimle yeniden başlıyorum hazır mısınız...

Yazım Anadolu yakasında yaşayıp da aç kalanlar üzerinedir. Taksim'deki eğlencelerden sonra adres bellidir karnı doyurmak için; bambi, kızılkayalar veya türev büfeleri. Ama ya Anadolu yakasında ikamet etme tercihi kullanarak "öte yaka" olarak tanımlanmayı tercih edenler acıkınca ne yapar? Yanıtını veriyorum: aç kalırlar..

Dün gece tangodan çıktıktan sonra bir arkadaşımla birlikte Anadolu tarafına geçtik. Ancak açtık... Eee saatlerce dans ettik ya enerjiyi geri almalıydık:)

Başladık aramaya... Öyle kapsamlı bir menü değildi istediğimiz, basit bir tost, hamburger veya dilli kaşarlı işe yarayabilirdi. Çok iyi biliyorum ya (arkadaşım avrupada oturuyor ve ben hava atacağım), "kızılkayalara gidelim orası 24 saat açıktır" dedim... tabii ki havam karanlık kepenklerin önünden geçtiğimiz anda söndü. "Bu tarafta insanlar daha sakindir öyle gece çok gezmezler daha ailevi bir yaşam tarzı benimserler" gibi saçmalamalarım işe yaramadı tabii ki. Biz aç bilaç yola yeniden koyulduk ki bir anda gözlerimize o sihirli 7 harf çarptı : İŞKEMBE!

Hayatı seviyordum ama o an işkembeyi daha çok::)) bir hışımla 1 ve 1,5 işkembelere gömüldük karşılıklı olarak. O sırada ayakta uyumamak için TRT1'de Kadir İnanır'ın naralar atarak kendinden geçtiği "İpsiz Recep"i izleyen garsonlar ve soğuk bile beni üzemezdi... yağmur hala deliler gibi yağıyordu (bu arada insanlar neden yağmurda yürümekten zevk alırlar hiç anlamamışımdır. berekettir ama yağmuru sevmem. sokakta ıslanırsın hiç yoktan. bir yaz gecesinde yıldızlar altında, tiril tiril giysilerle sahil kenarında salınmaktan daha romantik bir an tanımam)...

neyse, sonunda doyduk. mutluyduk... Bu yazıdan çıkan sonuç da şudur: Caddede 24 saat açık bir büfe, yaz mevsiminin gelmesini ve muhteşem tango yapmak istiyorum.. Budur:))

Beyaz Türkler...

Dün gece tüm tangodaki arkadaşlarla Point Hotel'e gitmeye karar verdik. Kendileri Taksim'dedir; talimhane tarafında. Deliler gibi yağan yağmurun altında vardığımızda yürüdüğümüze değmişti. O ne güzel bir manzara öyle... ne yazık ki resmini çekemedim çok karanlık olduğu için bir sonraki sefere artık.
İçeride birbirinden muhteşem dansçılar vardı. Gerçekten bizim topraklarda bu kadar iyi dans eden ve sayılarının da bu kadar çok olacağına inanamazdım. İçeri girdiğimde sanki başka bir yerdeyim gibi hissettim. Aramızdan biri, birkaç saat oturduktan sonra "aslında belki de bu özlediğimiz Türkiye. Yani gerçek böyle değil ama biz öyle görmek istediğimiz için buradayız" dedi. Yani oradakiler beyaz Türk müydü? Çok katılmıyorum aslında, çünkü oranın dış dünyadan bağımsız bir ortam olduğunu sanmıyorum. Çok kalabalıktı, yaş ortalaması beklediğimden düşüktü. Bir de tango bana hep arka sokakların kaçamak dansı gibi gelir ya beyaz Türklere çok da uymaz o kadar yakın temas sanki.... ne dersiniz?

Ayrıca güzel, seksi elbiseler, topuklu ayakkabılar çıkınca postallı kotlu üniversiteli kızlar ortaya çıkıyordu. Balkabağı gibi...

Her şeye karşın dans etmek gerçekten insanı mutlu kılıyor...

12.3.09

Bunu yazan kadının kalbine ölürüm...


Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum
Bulduğumu zannettiğimde
Kendimden ayrı düştüm

Bu garip bir veda olacak
Çünkü aslında hep içimdesin
Ne kadar uzağa gitsem de
Gittiğim her yerde benimlesin
Söylenecek söz yok
Gidiyorum ben
Hoşçakal

Ben bir kısrak gibi gelmişim dünyaya
Şahlanıp koşmak içimde var

Hoşçakal

Biraz su biraz yeşillik
Her yer benim evimdir
Taşırım dünyayı sırtımda
Her dil benim dilimdir

Ama söylenecek söz yok
Gidiyorum ben
Hoşçakal

11.3.09

Obama da kredi mi aldı anlamadım!


Bütün köşe yazarlarımız, bunu "çekemeyen" Yunanlı gazeteciler ve de tüm ABD basını (bizim gazetelere bakılırsa dünya bir tek bunu konuşuyor) ABD Başkanı Barack Obama'nın nisanda Türkiye ziyaretine ilişkin demler vuruyorlar. Bu konuyu "gezinin ayrıntıları" belli olana kadar biraz daha bırakmak istiyorum yazmak için.


Ancak bugün bizim binanın hemen önündeki tabeladaki reklama gözüm takıldı. Garanti Bankası'nın faizlerle ilgili bir reklamıydı. Ve üzerinde de malum şahsın resmi vardı. Peki özür dilerim ama ne alaka? Tişörtlerden bardaklara kadar resmi basılan, "Yes We Can" sloganı her bir tarafta kullanılan Obama'nın faiz reklamıyla alakasını lütfen biri bana söyleyebilir mi? Bir de bari ilanın bir köşesine adamcağızın ekonomik krizle ilgili bir sözünü falan yazsaydınız. Gözlerim bir ipucu aradı ama nafile..:)) Başarısız bir reklam olmuş zannımca...

Şu anda burada olmak istiyorum!!!


Yer: Strasbourg
Neden mi gitmek istiyorum: Erkekler ve korkaklık üzerine bir kitap yazmak için... Hayatını değiştirme cesaretini bulamayan, korkan, değişime direnen, kaderini kabullenen, üzülen, üzen erkekler üzerine. 
Başlığı mı ne olacak: "I'm sorry"...

10.3.09

Biz tango yapıyoruz diye kötü kadınlar mıyız şimdi?


Kadınlar Günü'nde bizim tango kursunda bir parti vardı. Valizimle soluğu orada aldım. Oturarak değil dans ederek dinlenmek ruha iyi geliyor. "Kadın ve Tango" üzerine de çok güzel bir sunum vardı... Arjantin'de tango ilk çıktığı zaman, bu dansın çok fazla "yakın temas" içerdiğine karar verilmiş ve erkekler dans etmek için bir türlü kadınları ikna edemiyorlarmış. Bu nedenle fahişeleri ikna etmişler. Hatta "üst" sınıftaki kadınlar, tango yapanları aralarına almamak için her oyunu yaparmış. Yıllar sonra yayıldıkça ve revaç haline gelince tüm sınıflara yayılmış. Böylece dünyanın en eski mesleğini yapanların dünyaya büyük bir faydası daha olmuş...

Gösterimden önce bir de video izledik. Moulin Rouge filminden "El Tango de Roxanne"... Sting'ın o muhteşem şarkısının tangoya dönüştürülmüş hali ve muhteşem bir dans gösterisi... İnanılmaz. Yalvarırım izleyin. Bu arada o "Roxanne" diye bağıran tok ses de efsane Tom Waits'e aittir ve ona aşık olmamın bir diğer sebebidir!!!

Lütfen 5 dakikanızı ayırın ve başka bir dünyaya gidin: http://www.trilulilu.ro/teooo4444/b117b5c8047479?video_google_com=

(Not: Yukarıdaki foto biz Tango Cinlerinin, araya sıkışmış erkeklerle ve karanfillerimizle günümüzü kutlarken. Seviyorum oranın keyfini)

İşte kadınları kurtaran icat!!!


Pazar günü Dünya Kadınlar Günü'ydü. Evet biliyorum üzerinden 5 gün geçti, ama benim de hayatımın içinden bir Hillary geçti. Biraz dinlenmek, işlerimi yoluna koymak ve sonraki günlerdeki kafamın sıkıntısını ortadan kaldırmam gerekiyordu. Tabii ki hiçbirini yapmadım!

İnternette kadınlar günüyle ilgili konulara bakarken Vatikan'ın açıklamasını gördüm. Kadınları özgürleştiren tek şey neymiş biliyor musunuz? Çamaşır makinesi... Kadınlara, doğum kontrol haplarından daha büyük yararı dokunmuş. Böyle bir icadı, doğum kontrol hapıyla karşılaştırmak zaten sadece Vatikan'ın aklına gelebilecek bir şey... Bu arada bu hapların ve prezervatiflerin en pahalı satıldığı ülkenin İtalya olduğunu biliyor musunuz? Katolik camiaya yaranmak için tüm vekiller onların istediği yasaları geçiriyorlarmış. Bu dünyada bir ülke de kadınların daha iyi şartlar altında yaşaması için biraz olsa kılını kıpırdatamaz mı acaba? 

Beşiktaş:3 Hacettepe: 2...


Maroton'a bekliyoruz:))

Ankara'nın taşına bak; balkonuna afişler tak...



29 Mart'ta yeniden sandık başındayız ya ben de Ankara'dayken sağa sola biraz soruverdim kime oy vereceksiniz diye. En kıran kırana oy savaşlarından biri de Ankara'da olacak bana göre. Karayalçın-Gökçek-Yavaş arasında. 

Esenboğa'dan Ulus'a giderken tüm evlerin balkonlarına Melih Gökçek'in posterleri ve afişleri asılmıştı. Gerçekten şaşırdım bu denli sempatizanlığa. Buralarda Kadir Topbaş'ın posterleriyle çok karşılaşmazsınız. 

Birkaç taksi şoförü, bir garson ve birkaç da işçiye (Beşiktaş-Hacettepe maçının ardından stadın etrafını süpürüyorlardı) sordum. Bir Murat Karayalçın 4 Mansur Yavaş çıktı. Herkes, propagandalara karşın Yavaş'ın gerçekten çok iyi bir insan olduğunu anlatıp durdu bana göre. Bakalım başkentin koltuğuna kim oturacak. 

Kim oturursa otursun, ben uzaklardayım ve yolum senede belki bir düşüyor. Ama biraz da olsa yeşillik serpiştirsin ki etrafa gözümüz açılsın. Ne çok gri, ne de çok kahverengiydi kent. Tamam boğaz yok ama insan biraz güzel bir park, bir aydınlık istiyor. Her taraf bina, bina, bina!!! Başkanlar çalışın lütfen...  

9.3.09

Azsanız çoğaltırız, statlarda, maçlarda, mitinglerde!!


Yaaa akşamı bekleyemedim. Sabahtan beri okudukça daha çok güldüğüm haberi yazmadan geçemeyeceğim. AKP'nin bir yetkilisinin, Manisa mitingini kalabalık göstermek için vatandaşları "fotoşopladığı" ortaya çıktı. Yani klonlamak için beklemeye, fetva almaya gerek yok. Aynı anda birçok yerde birden olabilirsiniz. Yeter ki bir AKP mitinginde olun...

AKP'ye karşı bir yorumum yoktur. İnanın CHP veya MHP de bunu yapsaydı ancak bu kadar gülerdim. "Kes-yapıştır" ile işten sıyıracağını zanan bir kıvrak Türk zekasının, resimde bunu görebilen bir diğer kıvrak zekadan bir adım geriye düşmesinin sonucudur. Yaşasın Türklerin dünyaya meydan okuyan eğlenceli siyaseti!!!

peyk-huzur-ankara-kadınlar-ağız-kulak

Öncelikle herkese bu siteye zaman ayırdığı, zaman ayırıp okuduğu, okuyup da yorum yazdığı için çok teşekkürler. Hayatın "fast-food" kıvamında aktığı, kimsenin kimse için "5" dakikadan fazla zaman bulamadığı bu dünyada biraz şanslıydım herhalde.

şu anda işyerindeyim; yeniden... çektiğim fotoğraflarımı evde unuttum:((

o yüzden akşam huzurlu evime gidip, günlerdir aradığım dinginliği bulup, bu aralar pek bir takıntı haline getirdiğim "peyk"in suluşaka cd'sini teybime yerleştirip, hem kadınlar gününe hem de ankara'nın belediye başkanlarına ilişkin notlarımı atacağım. umarım ilginizi çeker...

şimdilik sevgilerle

(küçük bir not: bu arada hillary ile tanıştım ve biraz da konuştuk. çektikleri fotoğrafı atmayacağım çünkü yüzümden çok dişlerim ve ağzı kulaklarına varan halim duruyor. Aman tanrım bu muydu dedim baktığımda. o yüzden özürrrrrrrrrrr:::))))

8.3.09

Biraz izin...

Neredeyse iki gündür ayaktayım. Biraz izin istiyorum uyumak için... Yarın yeni notlarla geleceğim. Umarım bugünden keyif almışsınızdır...

Bu arada bu gece ATV ana haberdeydim. İzlediniz mi? Pek bi heyecanlıydım. Annem, "Ekrana bakarken bir an kahkaha patlacaksın diye çok korktum" diye söyledi. Yine de ilk canlı yayınım olmasına karşın çok da kötü değildim yaaaaa::))

Tüm yorumlara, tıklara teşekkürler. 

Bana da iyi geceler...

bilge.

7.3.09

Orta şekerli kahve


Çiğdem Anat'ın kahve içer misiniz sorusuna, orta şekerli isterim. Ben hep "medium", orta halli yaşayan biriyim yanıtını verdi. Ama sanırım kahveler zaten hazırdı, çünkü sadece 1 dakika içinde masaya geliverdi. Hillary de bir fırt çekip kenara bıraktı!:)

Herkesi öptü


ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton merakla beklenen "Haydi Gel Bizimle Ol" programının çekimleri az önce bitti. İçeride "embedded" diğer gazetecilerleydik. Burada Hillary'ye orta şekerli Türk kahvesi verdiler. Birbirinden ilginç sorular sordular.

Türkiye'nin çok önemli bir ülke olduğunu ve Obama yönetiminin Türikye'yi çok önemsediğini söyledi.

Ama asıl yanıtlar "light" olanlardı. Michelle Obama'nın çok iyi iş çıkardığını söyledi Hillary.

Dışişleri bakanı olmasının tamamen bir rastlantı olduğunu anlattı. Hiç beklemediği bir anda kendisine önerildiğini söyledi.

En son ne zaman aşık oldunuz diye soruldu. Yanıtı "Çooookkk uzun zaman önce kocama"... Bill Clinton ile 1971'de tanıştığını ve 1985'te evlendiğini anlattı. "Yaşamım 17 yıldır Bill'in seçildiği andan itibaren, durmuş durumda. Lokantaya gitmek, tanınmadan dolaşmak neredeyse imkansız. Ama üçümüz birlikteyken çok mutluyum. Kağıt oynuyoruz, sinemaya gidiyoruz."

Hillary’ye Monica Lewinsky’yi sordular!


Yanıtı: Zor zamanları aşkla aştım. Ayrıca ailem, inancım ve arkadaşlarım hep yanımdaydı. Çok şanslıyım ve ailem beni hep destekledi.

Müslüman dünyaya mesaj Türkiyeden mi?

Hillary Clinton, Dışişleri Bakanı Ali Babacan'la basın toplantısında, ABD Başkanı Barack Obama'nın önümüzdeki aylarda Türkiye'yi ziyaret edeceğini söyledi. Bir gazetecinin, "Müslüman bir ülkeye gidecekti. Mesajını Türkiyeden mi verecek" sorusuna ise "hayır. bu henüz belirlenmedi" dedi. 

OBAMA TÜRKİYE'YE GELİYOR..

HILLARY CLINTON: OBAMA ÖNÜMÜZDEKİ AY TÜRKİYE'Yİ ZİYARET EDECEK..

Hillary niye bize geldi ki?

Bir de küçük bir not. Yapılan yorumlarda gördüğüm bir soru: Hillary neden burada?

Dışişleri Bakanı olarak çıktığı yaklaşık 2 haftalık turunun son ayağı Türkiye. Bu arada Japonya, Endonezya, İsrail, Mısır, Brüksel dahil onlarca ülkeyi ziyaret etti. Benim fikrimce, amaç ABD'nin Bush'u 8 yılı nedeniyle bozulan imajını düzeltmek. Güney Kore'de bir kız okulunu ziyaret etmesi, bizde de "Haydi gel bizimle ol" programına kendi isteğiyle çıkmak istemesi bunu gösteriyor.

Peki resmi olarak ne var? ABD Irak'ta ve Afganistan'da gerçekten zor anlar geçiriyor. Irak'tan askerlerini çekmesi yönünde büyük baskı var ve bunu bölge ülkelerinin desteğini almadan yapamaz.

Afganistan'daysa çatışma bölgelerine Türk askerinin de gitmesi isteniyor.

Peki Türkiye karşılığında ne isteyecek? Ermeni tasarısının geçmemesi ve Başkan Barack Obama'nın "soykırım" dememesi Türklerin listesinin başında geliyor. Bir de arabuluculuk çalışmalarına destek arıyor Türkiye. 

Durum bundan ibarettir. Bu zirvenin meyveleri bir iki aya kadar ortaya çıkar zaten.

İzleyelim:)) 

Hillary'nin güvenlikleri...

Bana göre bugün çektiğim en keyifli resimlerden biri. Aslında sağdaki kişiyi kırpacaktım ama önemli bir görevi vardı!
Bence bir günü özetliyor. Hillary Clinton Anıtkabir'den inerken basın fotoğraf çekmek için resmen savaş veriyordu.
Sağdaki kırmızı kıravatlı, basının ileri geçmemesi için tüm gücünü kullandı. Çünkü kurallar böyleydi. 
Ama bana göre en etkilisi hemen sağındaki güvenlik. Elleriyle "asla" mesajı verirken gözleriyle de etrafa "hepinizi izliyorum" diyordu!

Sarılar içinde... ve burada bulunmaktan "gurur duyuyor"...



Üzerinde sarı ceket ve pantalon takımıyla gerçekten çok güzel gözüküyordu. Normalde hep giydiği ve göz rengine uyan lacivertten vazgeçtiği için içimden bir “oh” çekmedim değil. bugüne kadar Hillary’nin bulunduğu 3 toplantıdaydım ve üzerinde hep mavinin tonları vardı. Sabah atkısını boynuna atarak otelden çıktı ve yoğun programına başladı.

Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşmesi normalden yarım saat uzun sürdü. Kapıdaki güvenlikler iki kez harekete geçip araçtan indiler.

Ardından da Anıtkabir’e gittik. Önce üzerinde “ABD Dışişleri Bakanı” yazan çelenki koyduktan sonra defteri imzalamak üzere merdivenlerden indi. Orada bir süre durup halkı gülümseyerek selamladı. Burada yıllar önce gelmişti ve Türkler Clinton ailesini seviyordu.

Deftere yazdıkları ise kısaydı: “Burada bir kez daha bulunmak, Amerikan halkının dostluğunu sergilemek ve bu ülkenin kurucusuna saygılarımı sunmak büyük bir onur.”

Özel bir basına söyledikleri ise kısaydı: Buraya yıllar önce Devlet Başkanı’nın eşi olarak gelmiştim. Bugünse yeni bir yönetimin Dışişleri Bakanı olarak geldim. Büyük bir onur...”

Ardından yine motorlar çalıştı. Yolumuz artık Dışişleri Bakanlığı’nda...

Koşturmak koşturmak koşturmak


Sabah erkenden kortejle birlikte yola çıktık... Puffff nasıl bir koşturmaca. Otelde herkes sabah sıralanmış Hillary Clinton’un çıkmasını bekliyordu.

Biraz gerilim vardı üzerimde, çünkü nerede nasıl fotoğraf çekeceğimi ve nerelere katılabileceğimi bilmiyordum. Benimle birlikte 11 gazeteci daha var, kortejde. Bloomberg, AFP, Politico internet sitesinden gazeteciler. Yaptığım en iyi olay, onlarla birlikte koşup onlara katılmak. Araçtan inip resmen koşturuyoruz. Bu çok heyecanlı. Benim gibi Türk gazeteciler de kapıda çıkmalarını bekledi.

Ve güller sahibini sonunda buldu!



Hillary Clinton geldi… Tüm günü bu üç sözcükle de özetleyebilirim ama hayır… Cuma 21.00’da başlayan koşturmaca uçağın gece 2 buçuk sularında Esenboğa’ya inmesiyle sona erdi. Bu yaklaşık 7 saatlik olayımı özetliyorum: endişe, heyecan, koltuklarda uyuyan yetkililer… Gecenin sorusunu da ekleyeyim: “Blogger da ne?”

Önce küçük bir brifing aldım. Clinton’un programı, benim özgürlüklerim, sınırlarım, kurallar üzerine. İlk söylenense şuydu: “Yarın rahat ayakkabılar giy çünkü koşacağız!!!” Yani durum şudur: Konvoyda olacağım için Hillary indikten sonra arkasından hemen toplantıya girecek o çıkıp ilerlerken de hemen aracımıza koşacağız. Tüm söylenilenlere tamam deyip havaalanının yolunu tuttuk. Uçağın iniş saati ise geciktikçe geçikti. Gece yarısını çoktan geçmiştik. Koltukta uyuyan yetkililer vardı. Çünkü herkes cumartesi gününün koşturmacasına hazır olmak istiyordu. Eee fırsat varken kapayacaksın gözünü! Kural budur...

Elçilik çalışanları beni geri kalanlara, güvenlikçilere tanıştırdı. Kısa bir merhaba ve ilk başta sözünü ettiğim cümle: “Affedersin ama tam olarak ne iş yapıyorsun?”

Gazeteciyim diye özetlemek çabalarım boşa gitti. Herkese teker teker yazdıklarımı, nasıl buraya geldiğimi anlattım. “Mmmmm, çok ilginçmiş.” Evet benim hayatım hep ilginç zaten☺

Ben insanlarla konuşurken “üsttekiler” de köşelerde fısırdaşıyordu. Bu ortamları seviyorum. Çok önemli bir gündem olduğunda tüm hazırlıkların sorunsuz yaşanması için sürekli planlar yapılır; çoğunluğu da gizli! Ellerde blackberry’ler, kulaklarda telefonlar... Yorgun gözler...

Sonunda saat 2 buçuğa doğru Hillary Clinton’un uçağı göründü. Süper bir iniş, ardından kıvrak bir dönüşle önümüzdeydi. Ne yazık ki Clinton’un inerken fotoğrafını çekemedim. Çünkü Hillary ile sürekli seyahat eden diğer gazetecilerle konvoya katılacaktım. Yani koşmaya başlayacaktım.

Kortejle geçen ilk tecrübe, yanıp sönen mavi tepe lambaları ve kapaılmış yollar... Yorucu ama gerçekten keyifli bir günün bizi beklediğini hissediyorum.

Yarın görüşürüz...

(Not: Yukarıda gördüğünüz Sabah gazetesi muhabiri Mehmet Acar’a ait.)

Kırmızı halılar...


Bu resmi davetlerde, film açılışlarında kırmızı halı serilmesi hep ilgimi çekmiştir. Yani niye kırmızı da mavi, yeşil veya mor değil? 

İlk kez M.Ö. 458'de kırmızı halı serildiğinden haberiniz var mıydı? Agamemnon'un karısı, kocası Troya'dan dönerken sermiş. Ama Agamemnon "ben Tanrı değilim" diyerek yürümemiş üzerinden... Tarihte ilk resmi olarak serilmesi ise 1902 imiş...

Dün de havaalanına inmeden önce kenarda bekleyen rulo halindeki kırmızı halı, uçak gelir gelmez itiliverdi. Oradaki görevli yazık, dakikalarca öyle halının başında belki de en önemli işi yapmak için bekledi. 

Nedense bana bu kırmızı halı işi çok ilginç gelir! Size?

Çay mı Scotch mu?


Elçilik çalışanları, Türk Dışişleri yetkilileri ve geri kalanlar. Bekle allah bekle. Eeee ne yapar Türkler? Çay içerler. Ardından ne yaparlar? Yabancılara ikram ederler. Gece boyunca gelsin çaylar gitsin çaylar. Anlayacağınız caydanlıklar ocağın üzerinden kalkmadı, bardaklar da buradaki gibi ender boş kaldı...

(ama şunu söylemeden edemeyeceğim. sürekli çay ve ıhlamur servisinden bunalan bir Amerikalı'nın "ben bir Scotch viski istiyorum" diye seslenmesi uykusuz gözleri uyandırdı. Haksız da değildi!

Güller sessizce bekledi...


Herkes uçağı beklerken içeriye biri güllerle girdi. Uçağın kısa bir süre sonra ineceği sanılıyordu. Ama öyle olmadı... Herkes gibi güller de bir sandalyenin üzerinde Hillary Clinton'a verilmeyi sessizce bekledi...

6.3.09

Otelde K-9'la bomba arandı!!!


Hillary Clinton'un gelişi öncesinde Ankara tam alarmda resmen... Kalacağı otelin dört bir tarafında polisler ve çevik kuvvet araçları bekliyor.

Otele girdiğim andan itibaren önüme kocaman bir köpek çıktı!!! Eeee normalde kaç kez gezer ki bir köpek otel içinde... Asansöre biniverdi "küçük" köpek ve yukarı çıkarıldı. Tabii katını bilmiyorum!

Daha sonra adının "Max" olduğunu ve kadrolu Dışişleri Bakanlığı'nın köpeği olduğunu öğrendim. İşi gerçekten ağır!!! 

Güvenlik görevlileri, Hillary Clinton'un odasına çıkarıldığını söyledi. Bomba araması yapmış!!!

Ama acayip renkteki gözlerine bakıp uzaylı sanmayın. Fotoğraf makinem böyle işte ne yapayım! 

Güvenlikler ayrıca Hillary'nin geçeceği koridorları paylaşıyordu.

Yani Ankara Hillary için hazır!!!