31.12.09

Mutlu Yıllar Aileme, Dostlarıma, Sevdiklerime...


Yeni yıllar insanı hep bir başka yapar...

Mutlu / üzgün; 
Sorgulayıcı / tatminkar; 
Neşeli / hüzünlü;
Anılarla dolu / anıları unutmaya zorlayarak;
Birilerinden kaçarak / birilerine sığınarak;
Koşarak / dinlenerek;
Uyuyarak / ayılarak;
Severek / tiksinerek; 
Öperek / iterek;
Günaha girerek / tövbe ederek;
Ağlayarak / kahkahalar atarak;
... vs. vs. vs...

Hepinize mutlu, neşeli, eski giysileri, kötü anıları, çirkin saçları kesip attığınız; yenilenerek, sarılarak, öpüşerek, severek girdiğiniz bir yeni yıl, 2010 dilerim!!! dileklerinizin hepsi kabul olur inşallahhhh... 
2009'u 292 yazıyla sonlandırırken bloğuma giren, okuyan, yorum yazan, beni bir kez bile görmeden buraya bağlanan, anketlerime oy tıklayan herkesi kocaman öper kucaklarım... 
Senin dileğin ne diye sorarsanız, merak ederseniz söyleyeyim: 10/10/10 tarihinin annemin doğumgünü olması dışında benim için de çok önemli bir tarih olmasını diliyorum!!! dua edelim hep beraber...

Hepinizi, güzelliği, dostluğu, ailemi, aşkı, sevgiyi, gülümsemeyi seviyorum... 

İYİ YILLARRRRRRRR!!!

(Not: Yukarıdaki fotografı, yılbaşını kutladığım evde çektim. Küçük ama bizim için dünyalar değerindedir!:)

25.12.09

Mevlana'dan bir dem


Yolculuklar, yola çıkamamalar, cebimde biriktirdiklerim, geride yitirdiklerim... Yaz yaz bitmiyor değil mi? Bilgisayarımı açtım ve Selen'imin bana gönderdiği "Mevlana'dan" başlıklı yazıyı gördüm... Ona bir yanıt attım, sonra maili başkalarına da gönderdim. Yetmedi, bir de buraya yazıyorum... Ne kadar güzel yazmış yaratılan. Okusun o zaman kullar.... Buyurun!

--------------

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...
İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek 
Gerektiğini öğrendim.
Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...
Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.
Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.
Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.
Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını, 
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...
MEVLANA

Noel'iniz kutlu olsun! Eçmiyadzin Kilisesi






Erivan'la ilgili de yazacağım. Ürdünhakkında da böyle demiştim. Ama kendimi bi toparlayamadım. Ofise giriyorum, eve gidip çamaşır yıkıyorum. Durum budur:)...
Yine de bir video yükledim. Hıristiyanların Noel'ini kutlamak istedim. Videoyu da Ermeni Ortodoks cemaatinin en büyük evi Eçmiyadzin Kilisesi'nde çektim. İlkinde okunan ilahinin ne olduğunu bilen varsa lütfen söylesin. Biz mest olduk da...

19.12.09

Erivan'da Sarı Gelin

Mendillerinizi hazırlayın. Ben hayatımda böyle bir anı çok az yaşadım. Şarkı bittiğinde masadaki 5 kişi de ağlıyordu.... Söze daha ne gerek ki...


Erivan'da muhteşem bir caz şöleni

Akla hayale gelir mi? Hrant ile İbo aynı tezgahta!


Erivan semt pazarından ortaya karışık...




17.12.09

Komşu ama bir o kadar da uzak Ermenistan'dayım.



Ürdün'ü yazacağım. Ürdün'ü değil de muhteşem Petra'yı yazacağım. Ama çok yorgunum. Uykum var. Dün İstanbul'a geldim. Valizimin içindekileri 2 derece soğukta giyilebileceklerle değiştirdim. Kalın montumu aldım ve yine havaalanının yolunu tuttum. İki gündür 10 saat uyuyabildim. Yeter mi dersiniz? Gözlerimi bir açabilirsem, bir de kahve içersem açılacağım biliyorum. 
Nerede miyim bu kez? En uzak komşumuzdayım: Ermenistan'da... Buraya ilk kez geliyorum. Bir grup dış politikayla ilgili yazan Türk gazeteci ile Ermeni gazeteciler birkaç gün Ermeni sorunuyla ilgili konuşacağız, tartışacağız, çözümün anahtarı nerelerdedir onları arayacağız. Bu arada siyasilerle görüşüp onların da fikrini alacağız. Budur yani arkadaşlar. Şimdi keşfedeceğimiz kentin adı Erivan... Öğrenecek çok şey var. Gerçekten yıllarca bizden zorla uzak tutulan, aramıza kin tohumları atılan toplumu tanımak istiyorum. Birileri yıllarca bir arada kalmış insanları ayırırken aslında nasıl bir hata yaptıklarının farkına varmıyorlar. Bakalım bir gün varabilecek miyiz? Göreceğiz. Şimdilik hoşçakalın.  

13.12.09

İki görüntü..



Tarihi Roma Anfitiyatrosunda ibadet eden bir Ürdünlü..
Ve öğle yemeğim... Muhteşem tadına doyulmaz humus... Çatal bıcak yoktu ellerimle yedim valla. Nohutları almak en zoruydu!

Bir Arap ülkesinde kadın olmak (ya da olamamak)


Ürdün geldiğim ikinci Arap ülkesi. daha önce mısıra gitmiştim. Kahire'ye gittiğimde hava sıcaktı ve çok daha kalabalıktı ve çok daha hareketliydi ve görülecek çok daha fazla yeri vardı. Ürdün'ün başkenti Amman ise minnacık. Görülecek ve yapılacak çok fazla bir şey yok. Zaten sokaklarda öyleee başına buyruk, kurban olduğum İstanbul gibi gezemiyorsun. Evet kimi zaman Sultanahmet de burası kadar fecaat olabiliyor, biliyorum. İşte o onlarda bizim kentlere gelen turist kızcağızları düşünüp hallerini anlayabiliyorum. 
1- Nasıl giyerseniz giyin, ne kadar uzun elbiseler, mantolar geçirirseniz geçirin üstünüze asla onlardan olamıyorsunuz. Alnınızda yazılan "Bizden değil" sözleri dikkatleri üstünüze çekmeye yeter.
2- Zaten elinizde fotoğraf makinesiyle "Evet evet değilim" diye bağırıyorsunuz.
3- Hello, where are you from? İşte kilit cümle. Başlanıyor saymaya, Espanyol, İtalian vs vs. Tipinizin esmer olması dışında onlarla hiçbir bağınızın olmadığı onlarca memleketten olmadığınızı ima etmeye çalışıyorsunuz. En sonunda çabalar nafile ve ağzınızdan o geri dönüşü olmayan kelime çıkıyor: Turkey.
4- Aaaa Turkey... Merhaba, hasan şaş yavaş yavaş...!! O kadar etkileniyorsunuz ki kelimeler nafile kalıyor. Bir sonraki soruya geliyor sıra. Whats your name?
5- Bu işi yıllar önce çözdüm. Her dilde bir karşılığı olabilecek ismi keşfettim sonunda: Ayşe. Ayşa, Aişa gibi açılımlarıyla tüm sorunları çözebiliyorum. Böylece bilge'nin 12 halini söyleyemeyen kitlelerle karşılaşmıyorum, tavsiye ederim-hem de şiddetle...
6- Neyse ki herkesten kaçtınız ve sessiz bir sığınak buldunuz kendinize. Mesela bir park. Böyle şehrin göbeğinde Arap kadınlarının kocalarıyla, çocuklarıyla, eltileriyle, analarıyla (tek bulmak gerçekten zor) yakınlarına oturuyorsunuz. Burada güvendeyim diyorsunuz. Kader ise size gülüyor. Bir anda etrafınızda ikili gezinen esmerler bitiveriyor.
7- Kalkıp "modern" dünyanın bir ürünü olacağınız düşündüğünüz bir Starbucks buluyorsunuz. Starbucks ya mutlaka içeride Amerika'da gördüğünüz muameleyi göreceğinizi sanıyorsunuz. Olmuyor, bu kez iki kahveyle ortaya çıkıveriyorlar...
8- Olmuyor olmuyor olmuyor. Kimseyle konuşmadan gözlükleri takıp kalkıyorsunuz. En iyisi dükkan dükkan gezinmek, iyi bir lokantanın bir köşesine sinmek, ya da gittiğiniz ülkeden bir arkadaşınız varsa onunla güven içinde birlikte takılmak. Ya da yanınıza mutlaka bir eş/arkadaş/yoldaş bulun... Hele ki kadınsanız... Sultanahmette gezinen yabancılara allah gerçekten sabır versin!!!

12.12.09

Ürdün'ün yolları taştan...


Bilge yine yollarda... Bu kez bir haber  için Ürdün'e gidiyorum. Bir yıldır uğraştığım biriyle... Umarım güzel olur siz de beğenirsiniz. Şu anda havaalanındayım. Herkes bir yerlere gitmek için uçaklarını bekliyor. Kimi uyuyor kimi müzik dinliyo, kimi de bilgisayarnıdan ailesiyle konuşuyor. Yollar.... uzaklıklar... yakınlıklar... 
Bilge seviyor yolculukları. Hem haberlerini hem yeni yerler tanımayı hem de yolculuklardan bambaşka dönmeyi seviyor. Her yolculuktan farklı döndüm... Bu kez de cebimde güzel bir haber, hoş Amman anıları ve de Bilge'nin "e" haliyle dönmeyi düşünüyorum Artık gitmem lazim... Kaçırcam yoksa ucağı...

Görüşürüzzzzzzz

DTP kapatıldı; peki ya Serap'ın suçu neydi?

"Yemin ederim şu ülkeden çekip gitmediğim güne lanet okuyorum".
"Yine beceremedik değil mi? Biz bunu asla başaramayacağız."

Yazı işleri odasına bomba gibi düştü DTP'nin kapatılma haberi. Tam sayfaların basılma saatiydi aslında. Herkes düğmeye basmak üzereydik; aaaa kapatıldı!!! diye bir çığlık geldi içeriden.

Bizim yazı işleri odası kocamandır. Seçimleri, önemli olayları, gündemi meşgul edenlerini hep beraber toplanıp izleriz. Onlarca bilgisayar, ortada kocaman bir masa ve yaklaşık 15 televizyon vardır. Bugün 7'ye doğru hepsinde aynı görüntü vardı... Önce bir sessizlik ardından da yorumlar; iyisiyle kötüsüyle. 
Bugüne kadar 28 siyasi parti kapatılmış Türkiye tarihinde. Birçoğu dini birçoğu da bölücülük nedeniyle. İyi mi oldu kötü mü? PKK'yı asla kınamayan, ölenler için şehit diyen, PKK'nın kurulduğu yere gidip ağaç diken belediye başkanları, milletvekilleri, üyeleri olan bir parti işte. Kurallara uymadılar o kadar. Ellerine kadar verilmiş büyük bir şansın üzerinden yürüyüp geçtiler. Olansa içeride af bekleyen, dağda oğlunu bekleyen, askerden canının dönüşünü bekleyen yüzlere, binlere oldu. Bir yandan açılım deniyordu; ama askerler ölüyordu diğer yandan da. Ya serap'ın ne günahı vardı bembeyaz yüzüyle gitti bu dünyadan. 
herkes bir komplonun ardına sığınıyor. peki bu da bir zaman sonra gerçeklerden kaçmak anlamına gelmiyor mu? her şeyi soyut bir güce bağlamak. ama gerçekler öyle olmuyor. hala birileri ölüyor, her tarafı "açmalarına", illere dersim demelere, köylerin adlarını geri vermelere, onlarca maddelik özgürlük safsatasına karşın 11 santimetre için ne kanlar dökülüyor. Kim bu oyunu en yüksekten oynuyorsa iyi oynuyor değil mi? Bize ise ancak ekran karşısına geçip izlemek kalıyor. Biz o kuralları yazanlardan olamadıkça ancak payımıza izlemek düşer. 
Olmuyor arkadaşlar olmuyor. Bu kan durmuyor işte. Ben lisedeydim başladı yaş geldi 30'lara yine de durmuyor. Kim bundan mutlu oluyor onu gerçekten görmek isterdim. Ve ona şunu sorardım: gerçekten serap'ın suçu neydi?

11.12.09

So good that they named it twice: Bora Bora...



Orada yaşamak, yaşlanmak, yaşanılmak istiyorum!!! Ne olur tanrım bir dokun hayatımın bir köşesine ve beni oraya ışınla. Bu şehir insanının doğaya özlemi değildir. "ve beyaz adam denizi keşfetti" hiç değildir. Beni gerçekten tanısanız derdiniz ki; evet bilge sen gerçekten gidebilirsin oraya!!! O zaman 2010'un hedefi nedir? Bir Karadeniz turu, ardından da tüm rotalar bora boraya çıkarrrrrrrrrr!!!

Zapatista: Para todos todo, para nosotros nada



Günün haberini sabah okudum ve gözlerime inanamadım. Başbakanımız Meksika'ya gitti ya... Orada konuşmuş ve demiş ki, "Zapatista terör örgütüne karşı Meksika hükümetinin verdiği mücadeleyi destekliyorum"... Meksika hükümetiyle "teröre" karşı nasıl savaşılması gerektiğini görüşmüş. PKK ile Marcos önderliğindeki halk hareketi EZLN'yi aynı kefeye koymak elmayla armutu karıştırmak gibi bir şey. Öncelikle EZLN'yi ABD dahil dünyanın neredeyse hiçbir ülkesi terör örgütü olarak kabul etmiyor.
Köylüler arasında tamamen liberalleşmeye, kapitalizme karşı başlatılan bir hareket Zapatistalar. Adını 1910'larda Meksika devrimi için yola çıkan komutan Emiliano Zapata'dan alır. ELZN'nin çıktığı yer Chiapas adlı bir köydür. Liderleri sürekli piposuyla görüntülenen ve yüzünü asla açmayan Marcos'tur. İlk ortaya çıktıkları olaysa herhangi bir bombalama falan değil, kapitalizmin simgelerinden güney amerika ülkelerini abd'ye bağlayan ekonomi birliği NAFTA'nın imzalanmasıydı. Zenginle fakir arasındaki uçurumun giderek büyüdüğünü söyleyerek devrim yapmak istediler. Bunu başaramadılar. Topraklarını, sularının, ağaçlarının sadece kendi halklarının malı olduğunu söylediler yıllarca. Amaçları verimli tarlalarının Meksika hükümeti tarafından alınmaması ve doğal kaynaklara kendilerinin sahip olmalarıdır. Ardından silahlandılar ve Chiapas yakınlarında birçok köyü ele geçirdiler. Meksika ordusu kanlı bir baskınla durdurdu onları. Giderek küreselleşme karşıtı birçok örgüt, müzik grubu ve sivil toplum kuruluşunun desteğini almaya başladılar. Örneğin dünyaca ünlü Rage Against The Machine ""People of the Sun", Zapata's Blood" şarkılarını onlara adadı. Türkiye'ye de gelen Manu Chao Zapatistalar adına mücadele veren bir müzik grubudur.
Silahlı mücadelenin asla bir çözüm olmadığını, tek istediklerinin kendi özerk bölgelerinde kapitalizmden uzak komün bir hayat olduğunu defalarca söylediler. Bugüne kadar ezilen Filistinliler dahil birçok halkın yanında oldular. Hiçbir zaman sivilleri öldürmek için şehir ortasında bomba patlatmadılar ve onursuzca sivil öldürmediler. Meksika hükümetinin kanlı operasyonlarına ise bugüne kadar hiçbir medeni ülke destek vermedi.

Yani diyeceğim o ki PKK ile ELZN birbirinden dağlar kadar farklıdır. Marcos da Öcalan değildir. Adını yanyana anmak da Marcos'a hakarettir. Bilge bu kadar der...


Topikte yazan ise ELZN'nin sloganıdır: Para todos todo, para nosotros nada; yani, "Herkes için herşey hepimiz için hiçbir şey.

Nedir bu muhabirlerin hali!!! Biri bizi duysun artık...

Milliyet'teki Metin Münir'in yazısıdır... Altına imzamı atıyorum... Buyrun halimizi okuyun..

"Köşe yazarı cenneti, muhabir cehennemi"

Türkiye’de gazetelerde köşe yazarı egemenliği var. Bize has bir olgudur bu. Bütün ülkelerde bütün gazetelerde köşe yazarı var. Ama hiçbir ülkenin hiçbir gazetesinde bizdeki kadar çok köşe yazarı yoktur. Ama sorun köşe yazarlarının sayısında değil başka bir yerdedir.
Ortalama bir gazetede köşe yazarlarının aldığı toplam maaş muhabirlerin aldığı toplam maaşın en az üç dört misli fazladır.
Ortalama bir gazetede muhabir sayısı köşe yazarı sayısının en az üç dört misli olduğuna göre muhabirlerin ne kadar az para aldığını tahmin edebilirsiniz.
Bir köşe yazarının bir günde kazandığı parayı bir ayda kazanan muhabirler var.
Oysa bir gazetenin ne kadar kaliteli olduğunu tayin eden, köşe yazarlarının değil, muhabirlerin kalibresidir.
Bizde gazeteler yorumda kalın, haberde incedir.
Batı’da en yüksek maaşı en ünlü muhabirler alır. Bizde ünlü muhabir diye bir yaratık yoktur. Olsa, parasızlıktan bitap düşecek veya Kızılderililiği bırakıp şef, yani köşe yazarı olacaktı.

Haberi mutfağa muhabir taşıdı
Ne yazık ki gazetelerin köşe yazarlarına ödemekten muhabirlere verecek parası kalmıyor. Bu nedenle en iyi üniversitelerden mezun olan gençleri medyaya çekmek, uzman gazeteci yetiştirmek, kaliteli muhabirlere hak ettiklerini vermek mümkün olmuyor.
Köşe yazarı/muhabir dengesizliği yüzünden gazetelerimiz generalleri şişman ve meşhur, astsubayları ve erleri sıska ve mecalsiz orduya benziyor. Böyle bir orduyla savaş kazanılmaz.
Köşe yazarları genellikle kendilerini bir gazetenin en önemli unsuru sanırlar ama bir gazetenin en önemli unsuru yorum değil haberdir, haberi getiren ise muhabirdir. En önemli haberleri yıllarca mutfağa muhabirler taşıdı.
Köşe yazarı gazetenin tirajında değil prestijinde etkilidir. Bir köşe yazarı bir gazeteyi bırakıp bir başka gazeteye gittiğinde ne bıraktığı gazetenin tirajı kalıcı bir biçimde düşmekte, ne gittiği gazetenin tirajı kalıcı bir şekilde artmakta. (Gücünün zirvesindeki Çetin Altan bu kuralın belki tek istisnasıdır.)
Genel yayın yönetmenlerinin hemen hemen her gün köşe yazısı yazdığı tek ülke de biziz. Başka ülkelerde böyle bir âdet yoktur çünkü oralarda genel yayın yönetmenlerinin köşe yazısı yazmaya vakti yoktur.
Medyamızın çağı yakalamak için yeniden yapılanması, Batı’nın en iyi gazetecilik standartlarını benimsemesi gerekir. Ama bunun gerçekleşme şansı azdır çünkü Türkiye’deki medya en az reformist, hatta en tutucu sektördür.
Yıllardır gazete patronları değişiyor. Gazetecilik aynı kalıyor."

7.12.09

Kadir de Ugg bot giyiyomuş!!!

2010 için kehanetler!!!


Birkaç hafta sonra yılbaşı geliyor. Planlar yap, dışarı çıkmadan ama... hele taksime hiç yaklaşma. evde toplaş, ye iç zıpla. herkes öyle yapacak büyük ihtimal...
2010'un en güzel yanları; dünya kupası maçları var mesela haziranda; sonra 10.10.10 olacak tarihler bu yıl; anneme doğumgünün tarihi bir ana gelecek dedim, pek bi sevindi. sonra istanbul 2010 avrupa başkenti oldu, ne anlama geldiğini ben hiç ve hala anlayamadım. başka vardır önemli bi şeyler kesinlikle... benim de var planlarım ama söylemem uğuru kaçar:))
sabah radyoda gelirken tabii ki nihat sırdar'ı dinliyorum alem fm'de. 2010'a ilişkin kehanetleri istedi dinleyenlerden. çok komikler geldi. biri "ergenekoncuların dünyaya meteor atma planlarını ortaya çıkaran hükümet 86'ıncı dalgasını vurdu"... "29 ekim cumhuriyet bayramını kutlayanlar gözaltına alındı"...
ben de bulunuyorum kehanetlerde: emre kongar sabah'ın başına gelecek, mehmet barlas da cumhuriyet'in; ben dış haberler'den ayrılmayı asla başaramayacağım (yıllar süren sürece tanık edenler bilir), ama tango yapmak istiyorum çok güzelll (aşağıdaki kadın gibi mesela:)... sonraaaa
kardeşim su gibi fransızca konuşacak, ablam ilk sergisini açacak, babam 16'ıncı arabasını filosuna katacak, bu kez hızını alamayıp bir de karavan alacak (inşallahhhhh), annem muradına erecek (buna daha büyük inşallaaahhhh), masa arkadaşım özgür tüm türk erkekleri gibi güzelliklerine doyamadığı ırk nedeniyle en sonunda çareyi doğu avrupaya iltica etmekte bulacak; alman başbakanı merkel botoks yaptırarak dünyanın en güzel kadınları arasına girecek, erdoğan abd ziyaretlerinden birinde obama'nın başına çuval geçirip öcünü alacak, angeline jolie türkiyeden bir çocuk evlat edinecek vs vs..

buyrun sizden de bekliyorum kehanetler ya da dilekler, umutlar vs vs vs...!!!

4.12.09

Kadınlar yüne benzer...

Ermenistan'la ilgili bir araştırma yapıyordum. gezinirken kadına şiddete karşı başlatılan bir kampanya gördüm. Doğru mu yanlış mı bilmem o topraklarda bir atasözü varmış ve amaç bunu yok etmekmiş.. söz çok iğrenç, paylaşmazsam duramam: Kadınlar yüne benzer, dövdükçe yumuşar!!! ne iğrenç di mi...

Liderler ve arkalarındaki haleler... Hangisi en güzel?


Amerikada yayımlanan new yorker dergisi, eylal ayında düzenlenen birleşmiş milletler genel kurulunun girişinde duvara bir perde, önüne küçük bir sandalye kurmuş. amaç gelen devlet başkanlarını ve başbakanların fotoğraflarını çekmek. iki günlük çalışma sonucunda ortaya onlarca liderin fotoğrafı çekilmiş. bizimkinin de arkasında bir hale varmış gibi duruyor. allah üzerindeki nuru eksik etmesin... hepsini görmek isteyenler için link: http://www.newyorker.com/online/multimedia/2009/12/07/091207_audioslideshow_platon

Evet unutuyorum ama seviyorum ve gidebilirim haber veriyorum...


Yağmurlu bir İstanbul sabahından hepinize merhabalar dileyerek başlıyorum sözlerime... Umarım ıslanmamışsınızdır benim gibi yağmurlu bir havayı giysileri ve ayakkabılarıyla direniş göstererek yeneceğini sanan, sonra her yerine kadar ıslanan, sonra arabanın arkasında neden taşındığı belli olmayan yıllar öncesinden kalma bir şemsiyeye sarılan insanlardan mısınız siz de? Sevmiyorum yağmuru! bu kadar, romantik bir insan da olamadım ki hiç zaten. ben gülerim iki mum, bir şarap gördüğümde. öyle şömine başında geçen film sahnelerine de gülerim. üzerlerine yattıkları ayı postunun, o hale gelmeden önce ne hayalleri olabileceği aklıma gelir ve üzerinde hoş vakitler geçirilerek o ayıya yapılan ihaneti düşünürüm.
ama benim asıl amacım yağmur hakkında değil, blog hakkında yazmaktı. öncelikle şunu söyleyeyim ki 1,5 yıl sonra anladım ki bu blog işini ailem ve dostlarım benden çok ciddiye alıyor. gerçekten. tabii benim kadar alamazsınız hiçbiriniz ama bazen burada bir anda çıkarıveriyorum içimdekileri ben cidden. yani yazı yazanlar bilir, içinden çıkanlar sadece 10 dakikada çıkar. geri dönüp de okunmaz. en azından ben okumam. o yüzden de bazen ne yazdığımı hatırlamam bile.
burası başladığında ben sadece içimdekileri döküp yaşadıklarımı anlatmak, gitmeyenleri oralara götürmek, göremeyeceklere gördüklerimi anlatmak istemiştim. sonra daha da büyüdük. büyüdükçe yazdıklarıma yorumlar arttı, ama bir o kadar da eleştiriler gelmeye başladı. çok light yazıyosun, biraz daha ciddi takıl. siyasi yazılar yaz. sevdiğim çok var. bazen buraya not etmeyi unutabiliyorum. gözlerim hepinizi görüyor; yüreğim hepinizi seviyor. gerçekten...

ama bazen her şeyi yazamıyor ya insan, bir başka blog açmaya karar verdim. oraya her şeyi ama her şeyi yazacağım. hayatım hakkında iyi kötü komik üzüntülü acı tatlı... adresini de kimseye vermeyeceğim... açtığımda haber veririm:)) bulun bakalım beni nette yeni sırlarla:)) yaşasın gizlilik!! gerçekten...

Seksi ipod ve Yıldız Tilbe...


Dünyanın en büyük zevklerinden biri yeni şarkılar yüklemek. sonra onları itunes'da bütün zerafetiyle düzenlemek. file info'ya girip hepsini teker teker albümlerine sanatçılara göre ayırmaya bayılıyorum. sonra büyük bir özenle ipod'uma yüklüyorum. benim artık bir parçam oldu o... (bakınız yukarıdaki emektar müzik aleti). metrobüste, işyerinde kulağımdan düşmüyor. dış dünyadan izole olabilmenin en iyi yöntemi. haber yazarken kulağıma takıp radiohead'i açıp kelimeleri dökmek ne güzel... bir de amerika'dayken arabaya bağlama bilmemnesini aldım. radyoda bi frekans ayarlıyosun. sen de o alette aynı frekansa bağlanıyosun. sonra ipodda çalanları radyo üzerinden dinliyosun. ne güzel bi şey yaaa...
sonra ipod üzerinde işaret parmağıyla teker teker şarkılar üzerinde dönmek. siz de yapıyor musunuz şarkılardan fal bakmayı. hangisinde durursa onu dinleyeceğim diyor musunuz?:)) son bir anda ibrahim tatlıses'ten bir kulunu çok sevdim çıkıyor. aman tanrım. depresif bir günde yüklediğim şarkıları dinlemek de istemiyorum yani her zaman. ahmet kayanın da hepsini indirmişim. belli ki militan bir anımda. ama yani iş yerinde de uyutuyo be canım. bunlar evde dinlenecek, muhtemelen bir sofrada arkadan fon olacak, ardından da ulan adam da ne güzel söylemiş denecek şarkılardan bir demet...
bu arada ipod'uma düzdüğüm methiyelerden sonra bir de bilgi vereyim. geçen sene sanırım ipod dünyanın en seksi 10 aletinden biri seçilmişti... gerçekten. buyrun bakın. hatta listede mac de var:) (http://www.cnet.com/1990-11136_1-6299751-1.html)

ben de iki gündür yuvarlağı döndürüp döndürüp aynı şarkıda duruyorum. detone yıldız tilbe'nin içini dağlayan sesiyle çığırdığı dayan yüreğim şarkısı. şarkıya çok dayanamıyorum ama başındaki şiire hastayım. hele son iki dizesi beni alıyor... sizi onunla ve ipod'lu günlerle başbaşa bırakıyorum:

Hedef olup vursan da
Özenli sözlerin oklarıyla
Süslemedim harfleri
Adını oluşturanların dışında
Dökmedim yüreğimi
Kimsenin gözlerine
Ey aşk beni yağmala
Ateş et arka arkaya aşk
Beni tara
Bitsin hiç bir şey umrumda deil
Dağlarım yaralarımı çabuk geçsin
Öğrenirken hasretinle sevişmeyi
Göz yaşlarım akabilirler özgürce
İçimde öyle güzelsin ki
Onu kirletmeyeceğim seninle

26.11.09

Herkese iyi bayramlar!

Gözünüz gönlünüz açılsın bakalım...

19.11.09

Manhattan'da bir Kara Sevdalı


Bu fotoğraf İstanbul'un bir sokağında değil dünyanın bir diğer ucunda New York'ta çekilmiştir!!! Biline!!! Beşiktaş aşkına bak be. Derbiyi kim alırsa alsın bu bile bana yeter:) Çekene selam olsun; ellerine sağlık...

17.11.09

Babama armağandır!

Babam aradı bugün... 

İşyerinde acayip bunalmışım. Her şey üstüme geliyor günlerdir. Nefes alamadığınızı hissedersiniz ya bazen, hangi kapıyı çalsanız hangi yoldan yürüseniz olmaz bir türlü. istedikleriniz. hele bir de benim gibi "sabır" denilen meziyet sizin karakterinize nüfuz etmemişse. ancak kıvrım kıvrım kıvranmak düşer bahtınıza.

İşte ben de öyle bir saat (saatler) yaşarken bir baktım telefonumda "baban" yazıp sönüyor. "Kızım"... "efendim babacığım"... "iyi misin".. "evet neden?"... "eee o gün gördüm soluktun. bir de hiç blog yazmıyosun. niye koptun hayattan?"... "...." (buradaki üç nokta derin bir sessizlik anlamına gelmektedir).

ne diyecektim ki. evet koptum. hatta birilerinin kafasını koparsam belki rahatlayıp benim kopartıldığım noktadan yeniden bağlanabileceğim. bunu bilemem tabii. kimsenin kafasını koparacak kadar psikopata bağlamadım (Henüz!). bir de o kadar nefret etmedim kimseden (Henüz - iki oldu). Neyse oturdum ve iki saat harcayarak yazdım yazdım yazdım. babama itaftır bu geceki döküntülerim. küçük iskender hariç. o sadece bana aittir!

hepinizi özlemişim. siz de beni özlediniz mi?

İstanbul... İzmir... New York...




Hangi şehirde yaşamak istersiniz, diye bir sormuştum aylar önce... 17 kent arasında başlıktaki üç kent başabaş gidiyor. Anket hala sürüyor ama bana gerçekten ilginç geliyor sonuçlar. Yani ne bileyim bu anketi okuyanlar Türk. Yani google'da çevirip de okuyan birkaç yabancı arkadaşım da var ama toplasan bir elin parmakları anca ederler..

geri kalanlar da bu topraklarda doğup büyümüş. O kadar şikayet ediyoruz, nefret ediyoruz da size başka bir kentte yaşama hayali sundum en azından. hayal... yine mi kalkar ki insan istanbul ve izmiri işaretler... önünüze muhteşem havana'yı sundum, sydney'i, rio de janeiro'yu... kübalı brezilyalı kızlar... erkekler...  yok anacım yok, siz adam olmazsınız. hayalinizde bile istanbul ve türkiye var ben daha ne diyeyim! 

(Fotoların hepsini ben çektim. ilki izmirin muhteşem çeşmesi... sabah gazetesine girmeden bir hafta önce çeşmeye tatile gitmiştim. aylardan şubattı. yazın iğne atsan düşmez sahillerde in cin ben ve iki köpek top oynuyorduk. cennetin öteki adıydı anlayacağınız...

ikincisi bir iş arkadaşımın birkaç ay önce terk ettiği cihangirdeki evinin muhteşem manzarası. ne yazık ki evden sadece bir akşam sebeplenebildik. zaten iki saat sonraki muhabbet "eee muhteşem manzara da bak bak nereye kadar'a" dönüştü. insanoğlu işte memnuniyetsiz... 

üçüncüsüne de detaya gerek yok. new york işte ve ünlü "I love New York" tişörtlerini satan bir dükkan.. almayanı dövüyorlar... Ben mi? sizce almış olabilir miyim?"

Yaa sigarayı bırakın da donmayalım

Kafeler lütfen dışarıya elektrikli ısıtıcılar koyun!!! Biz sigara içmeyenler olarak, çoğunlukta olan ve sigara içen arkadaşlarımızla dedikodu yapmak için öğle yemeklerinde dışarı oturuyoruz... Ve sonuç olarak donuyoruz... Bu ne çile yaa!!! Ne sigaralarından kurtulabildik ne de soğuk havadan. Artık bırakın da şu sigarayı kurtulalım!! Pişt kime diyorum duysanıza!

İndirin bilet fiyatlarını... Protesto ediyorum!

Metrobüse gelen zammı protesto ediyorum!!! Yani şimdi 2 milyon yaparak kalabalığı azaltacaklarını mı düşünüyorlar? Biz yine balık istifi olacağız işte... Ben bu kentte şöyle keyifli keyifli yolculuk edemeyecek miyim hiç? Beşiktaş'tan İstanbul'un her tarafına vapur konmasını istiyorum. Neyse bedeli öderiz benim kışın bile iç çamaşırı giymemekle övünen sevgili Belediye Başkan'ım... 

"Bütün tabiat ayaktayken bize oturmak yakışmaz" demiş K. İskender


"Şiir yazmak duygularını döküp duygusal olmak değildir... Şiir yazmak kendini Tanrı gibi hissetmektir. Sonra Tanrı olmadığını farkedip acı çekmektir..."

diyor şahsına münhasır adam Küçük İskender... biliyor musunuz kendisi her pazartesi gecesi, beyoğlundaki meis kafede şiir günleri düzenliyor. tam 17 yıldır... 
ben üniversitedeyken ve düşünün tüyap kitap fuarı hala tepebaşındayken gitmiştim bir keresinde. büyük iskender ve nevzat çelik'in şiir okuması vardı. nevzat çelik'i çok az kişi tanır; bilmeyenler için söyleyeyim ki, kendisi ahmet kaya'nın efsane şarkısı "saçlarına yıldız düşmüş koparma anne" dizelerini de içeren "şafak türküsü" şiirini kaleme alan şairdir.

velhasıl ben o günden sadece bir elinde sigarası diğer elinde de bir şiir kitabıyla küçük iskenderi hatırlıyorum. öyle aşık olmuştum adama; dedim bu ipince adamdan bu sivrisinek gibi duran adamdan bu ses mi çıkar tanrım. bir insan böyle güzel şiir mi okurdu yaa... 

işte bu anılarla dün akşam gittim meis kafeye. buz gibi bir havada sıcak bir ıhlamurla başladım beklemeye... herkesle teker teker tokalaştı iskender. öyle kendini Tanrı sananlardan değildi. ooo hoşgeldiniz diyordu herkese... sonra başladı. şiir bu işte. insanı alıyor başka bir dünyanın içine sokup üzerine de kapıyı kapatıveriyor bir anda... dakikalar geçtikçe utandım ki yıllardır bir kez bile zaman ayırıp da gitmemiştim. olsun.. iki saat boyunca hem küçük iskenderin hem de diğer amatör şairlerin şiirlerini dinledim. şiire gerçekten gönül veren bir dolu insandık işte... kütüphanemde hala şiir kitaplarının diğerlerinden daha fazla olmasıyla övünmüşümdür. lisedeyken yazardım ama şair olmak başka bir yetenek. dün gece bir kez daha anladım ki ermiş insanlar şairler. tek bir dizeyle koca bir romanda anlatılmak isteneni nasıl da veriyorlar. 
ama nasıl ki şiir yazmak bir sanatsa onu okumak başlı başına başka bir sanat. sahnede elleriyle, gözleriyle, gülümsemesi ve kimi zaman ağzından tükürükler atarak okuduğu şiirlerle büyüdü gözümde kendisi... ve ben murathan'dan sonra bir başka eşcinsel şaire daha aşık olmuştum... ne yapalım bütün iyi şairler gay ise... bize de uzaktan uzaktan hayran olmak kalıyor işte...
dillerine emeğine sağlık koca şair İskender... 

HAMİŞ: Küçük İskender'in son kitabı çıktı. ben de aldım... adı "Galileo'nun Pergeli"... şiddetle tavsiye ederim. Alın şiir kazansın... Ve kitaptan bir alıntı: Bütün tabiat ayaktayken oturak bize yakışmaz... 

3.11.09

Savaş Abi'nin akerdeonundan




Cep telefonumu ters tuttuğum için de herkes yan duruyor:)) ama olsun, sonuç olarak galata köprü altında muhteşem bir müzik ziyafeti yaşattı bana ve hepimize kendileri. eve giderken yolumdan çevirip "gel bi daha bu geceyi bulamazsın" diyen muhteşem insan Savaş Ay... Ellerine gözüne yüreğine sağlık...

2.11.09

Damiano, çiğdem, erhan, tolga, ve niceleri... 3 pasta ve bir doğumgünü = Mutlu Bilge



İnsan gerçekten büyüyor. Şimdi ben küçük bilgeye bakıyorum. sonra yetişkine, sonra daha da büyüğüne. hepsi birbirinden o kadar farklı ki. kimi daha akıllı kimi daha az :)... kimi daha komik kimi daha hüzünlü. kimi ilişkilerinde ezilen kiminde ezen. ama hepsi özünde tabii ki ben. ama bazen bakıyorum da nasıl yapmışsın bunu bilge, nasıl bu kadar salak olabiliyorsun diyorum. insan büyüdükçe neyi anlıyor bence biliyor musunuz? kendinden değerli daha hiçbir şey olmadığını. yani biri seni kırınca veya tam tersine sevindirince en çok kendinin üzüldüğünü veya sevindiğini anlıyorsun. bir de insan büyüdükçe gerçekten büyüyor. hayatta yenilen kazıklar veya verilen ödüller sonunda hayatta bir tavrın bir duruşun oluyor. kimseye yalvarmadan ya da arkasından koşmadan kendin olabilmeye çalışıyorsun. evet kirli dünya ama sen temiz kalabiliyorsan gerçekten büyüyorsun. yoksa... küçülüyorsun...
bir de iyi olacaksın bence dünyada. yani güleryüzlü, insanları mutlu eden bir duruşun olacak. gülümseyen...
ben seviyorum gülümsemeyi. gerçekten otobüse binince sabahları günaydın demeyi seviyorum şoföre... sonra aptalca bir gökkuşağı mutlu edebiliyor beni...
ama sanırım aslında hiç önemsemeden geçmeye çalıştığım, öncesindeki bir hafta boyunca kendimi, yaşantımı, kimliğimi, amaçlarımı, başardıklarımı, başaramadıklarımı bir kasenin içine koyup enine boyuna sorguladığım doğumgünlerimi nedense derinine yaşayamadam geçemiyorum. insan neden yaşar? doğurmak için mi? aile kurmak için mi? işinde başarılı olmak için mi? ailesine iyi bir evlat olmak için mi? birey olmak için mi? bu soruları 30lu yaşlarıma geçtikten sonra artık daha çok sorar oldum ben... bir yanıt buldum mu? evet... tabii ki ... kendimi "doğu ile batı arasına sıkışmış bir kadın" olarak tanımlamaya karar verdim. aynı istanbul gibi işte, iki kıta arasına sıkışmış bir kentim ben de. ee ne demişler topraklarından uzaklaşmamalı kişi... ben de özüme döndüm işte istanbul'a!!!
gelelim doğumgünüme. buraya not yazan herkesi seviyorum. ama gerçekten seviyorum. sonra efendime söyleyeyim; beni gecenin saat üçünde taa romadan unutmadan arayıp gitarla "tanti auguri bilgeeeeee tanti auguri bilgeeee diye bağıran andrea ve damiano'ya, izmirlerin asker ocağından "aylardır bugünü bekliyordum; ohh be unutmadım" diye bu bloğun da en yakın takipiçisi "adsız"a, yine izmirden benim ruhumun diğer yarısı "yaşını sakın söyleme de hep genç sansınlar, unutma ki biz şarap gibi kadınlarız" diyen çiğ-de-mi-me, beni şarap ve pastayla şımartan, ardından da fener maçı izletmeye çalışan tolgacığıma, tamamen kaçak olarak katıldığım haber merkezi yemeğinde bana garsonları tavlayarak sürpriz pasta getiren, üzerine de üşenmeden not yazdırmayı unutmayan erhana, işyerinde pasta kesen kızlara (üç pasta oldu), bana akerdeonuyla şarkılar söyleyen Savaş abiye (savaş aydır kendisi) ve aylardır aradığım kitabı alan canıma teşekkür etmeyi bir borç, bin lütuf sayarım... düşündüm de ben iyi biriyim galiba... böyle dostlarım olduktan sonra... darısı geri kalan herkesin başına!!!

1.11.09

Bugün benm doğum günüm!

İnsanin kendine ait dünyaya kaydettiği sadece iki günü vardir... biri doğum diğeri de ölüm günü... Ölümümü bilemem, kimse bilemez. Ama annemin beni dünyaya getirdiği günü biliyorum. İşte o gün de bugün... 1 Kasim... Büyüdük işte bir yıl daha... Düşe kalka seve sevile aglaya güle...

30.10.09

Taktım bu aralar Sertab'a ne yapayım...

Her gün bir şey daha biter
Giderek acı vermez biten şeyler
Kayıtsız bir razı oluş başlar
Sıradan izler bırakır en tutkulu aşklar...

29.10.09

Cumhuriyet Bayramı ve Erbakan

Herkesin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun... Ben dolmabahçedeyim akşam. 7'de başlıyo ya havai fişek gösterisini izlicem. Size de tavsiye ederim...
bir de bugün Erbakan'ın doğum günü aynı zamanda. kutlar herhalde ikisini birden... :)) insan hayatında bi doğum bi de ölüm gününü değiştiremiyor değil mi!!!

sevgilerrrrrrrrrrr

27.10.09

Biraz nostalji... Küçük İskender ve Sertab...

Yara


Kör noktalar vardır her aşkta 
İnsan doğar ölmez o suçla 
Orada o küçük çoçukla kalan 
Ağlar hayatın sonsuzluğuna 

Kim tutar ki elini bir daha 
İçini kanatan bir rüya olur bu yara 
Bir masalın sonunda ölüme 
Aşkını anlatan bir kadın olur bu defa 

Hiç konuşmaz bazen gül susar 
Yaprak titrer acıyla düş yanar 
Orada o güzel uykuda hüzün 
Büyür büyünün sonsuzluğuna
 

Küçük İskender



Bharat ve Hindistan


Ülkelerin kendi dillerinde söylenme şekilleri hep ilgimi çekti. Mesela Fin dilinde Finlandiya demek istiyorsanız, "Suomi" demeniz gerekiyor. Az önce Hindistan'la ilgili bir yazı okurken de bu ülkenin kendi dilinde "Bharat" şeklinde söylendiğini okudum. Bharat, Sanskritçe'de "baharat" demekmiş... Biraz araştırınca gördüm ki, Araplar ve Ortadoğulular uzak topraklara gittiklerinde hep baharat alıyorlarmış. Oralarda  yedikleri lezzetli yemekleri hatırlatması için de o gıdalara ülkenin adını, yani "baharat" koymuşlar. Yani diyeceğim şu ki bizim baharat kelimesinin kökeni aslında Hindistan'dan geliyormuş. Böyle biline..


Günün sözünü buraya yazacağım... Dayanamıyorum çünkü artık!!!

Söylendikçe durum berbatlaşıyor. O yüzden bilge di-yor-ki:

"Şikayet etme, şükür et de daha kötüsü olmasın"!!!

Bir film izleyin: The Piano..


Güzel bir film izlemek isteyenlere tavsiye ediyorum. Şiddetle...
Hafta sonu geçti belki ama gidin bulun alın ve soğuk bir pazar gününde eve kapanıp kendinizden geçin der bilge.
"The Piano", 6 yıl öncenin filmi... Ama bence gelmiş geçmiş en güzel aşk filmlerinden biri... Tavsiye ediyorum. Aşkla!!!

(Hamiş: film hakkında bilgi için buyrun: http://en.wikipedia.org/wiki/The_Piano )

Son trend: Yaban... Güzel replik: Motorları garaja park edin

Bu aralar bizim işyerinde herkes bir "yabandır" gidiyor... videolarını izleyip gülüyoruz. onun taklidini falan yapıyorlar. geçenlerde ben de evde izledim. şöyle bir replik gördüm. koptum!
bu normancı yaban, sevgilisi pınarla kavga etmiştir. ofisinde otururken içeri pınar ve ofis boy girer. yaban karşısında pınarı görünce çıldırır...
- bu kadını niye içeri aldın leyn?
- abi sen dedin ya kim gelirse içeri al diye..
- ben sana insanları al dedim; motorları garaja park et...

Nasıl replik ama. kim yazmışsa ellerine sağlık:)) size bir kuple de video gönderiyorum. izleyin gülün.

26.10.09

Buyrun sergiye sergilemeye



Bizim ailenin anne tarafı sanatçı ruhludur. Dayım, annem muhteşem tablolar yapar. hatta ben küçükken annemin bir tablosu mutfağı süslerdi. Ama nedense ortadan yok oldu resim... Dayım hala yapıyor. Bütün sülalenin evlerinin birkaç duvarında mutlaka bir tablosu vardır. O "at" delisi.. koşarken, şaha kalkarken, yani atın tüm evrelerini resmetmeye adamış kendini...
En genç üye de ablam oldu. iki yılı aşkındır resim dersi alıyor. ne de güzel yapıyor. ben sadece hafif kritik yaparak bir de resim kitapları alarak destek verebiliyorum. ben derdimi yazarak anlatabilirim; o çizerek... bir de annem ağır eleştirmeni. hiçbir şeyi beğenmez... ee profesyonel tabii.
Ama ablam annemi bir adım da olsa geçti ve geçen hafta ilk kez bir tablosu sergiye kabul edildi. biz de gittik tabii açılışa. elimizde bir kadeh şarap (serginin olmazsa olmazı), öyle tabloların önünden aka aka geçtik. serginin konusu "kadındı". yaklaşık 20 tablo vardı. yemin ederim ablam diye demiyorum, iki tablo beğendim. biri ablamın biri de bir başkasınındı. yaa güzel bir duyguymuş insanın bir yakınının ürettiklerini izlemek .benim haberlerimi okuyunca mutlu oluyoruz derlerdi ya ben de onu hissettim. sergiyi görmek isteyenler için adres: Ressamlar Derneği. Tünel. daha açamıyorum adresi ben de sora sora buldum valla:)) inerken solda kalıyo onu söyleyebilirim.. Ders almak isteyen de olursa ablamın süper bi hocası var... tavsiye edebilirim... atölyenin internet adresi:
http://www.cekirdeksanat.com/tr/kurs/

canım ablacığım... nice sergilere diliyor ve yukarıda ablamın tablosuyla sizi başbaşa bırakıyorum!

20.10.09

İlginç bir rastlantı!!! Nefes ve PKK



PKK'nın dağdan inenleriyle, Türk askerinin mücadelesini anlatan Nefes filminin vizyona girmesinin aynı ana denk gelmesi size de hiç ilginç gelmiyor mu?

Teknolojiyle yok olan lisanlar, yaşamlar...

Bu aralar kaybolan veya kaybolmaya yüz tutmuş, ezilen uygarlıklar ilgimi çekiyor... Yani bu dünyada sadece biz yoktuk ki. Mayalar, Aztekler, firavunlar... ve asla da sadece biz olmayacağız... Milyonlarca yıldır ne uygarlıklar, ne kültürler, ne dünyalar gelmiş geçmiş. ne sevdalar, ne acılar, ne hüzünler, ne mutluluklar yaşanmıştır. bir düşünsenize, ne lisanlar konuşulmuş, ne düğünler yapılmış, ne müzikler dinlenmiş. sonra teker teker birçoğu yok olup gitmiş. bana en çok bir lisanın kaybolması koyuyor. yani üzülüyorum. binlerce yıl konuşmuşlar sonra öle öle kimse kalmamış konuşan. acı...
tam ben böyle düşünürken guardian gazetesinde çok güzel bir slayt gösterisi gördüm. "Survival: We are One" diyerek. Dünyada tükenmekle yüzyüze olan ve insan eliyle yok edilmeye çalışılan medeniyetleri sıralamışlar. Bakmanızı şiddetle tavsiye ederim. Ben yine de size birkaçını göstermek istiyorum...
örneğin, Nepal'de yaşayan ve sayıları giderek azalan Chettri'ler...
- Avustralya'da yaşayan ve binlerce yıldır kökleri kazınmaya çalışılar Aborijinler... dünyanın en yüksek intihar ve çocuk ölüm oranlarına sahipler "Beyaz" abilerinin eseridir!
- Rusya'nın orta kuzeyinde yaşayan Dolganlar. Türki dillerine konuşuyorlar ve nüfusları sadece 7 bin kalmış.
- Andaman Denizi'nde yaşayan çingene "Akabang" halkı. Bağlı oldukları Tayland'da halkla "kaynaşmaları" isteniyor, ama onlar direniyorlar.
- Hindistan'daki Kondh kabilesi. dini törenlerinde insan kurban etmekle tanınıyorlar. Bir maden yatağının üzerinde olan yaşam alanları ve toprakları, bir şirket tarafından ele geçirilmek üzere.
- Endonezya'da yaşayan Kombai'ler... Hükümetin göz diktiği ormanlarını kaybetmelerine çok az kaldı. Bir de evlenmeleri için, beğendikleri kadının ailesine, köpek dişinden yapılmış bir kolye hediye etmek zorundalarmış.
- Yine Endonezya'da 9 bin yıl boyunca insanlardan uzak yaşamayı başarmış Mek kabilesi.Hükümet 1963'ten itibaren bölgelerini işgal etmeye başladı.

(Hamiş: guardian gazetesinin linkine göz gezdirmek isterseniz buyrun: http://www.guardian.co.uk/travel/gallery/2009/oct/14/ethical-holidays?picture=354256826)

Let this be a god day

19.10.09

Bir yastık oyasında, Bir mum ışığında, Bir yer yatağında, Aşk hiç biter mi?



Aşk bitti
Elimden sanki minik bir balık kayıp gitti
Aşk bitti
İçimden sanki bir şeyler kopup gitti
Aşk hiç biter mi
Hiç bir şey olmamış gibi
Boşlukta kaybolup gider mi
Aşk hiç biter mi

Kalır adımızla
Bir sokak duvarında
Bir ağaç kabuğunda
Bir takvim kenarında
Kalır bir çiçekte
Bir defter arasında
Bir tırnak yarasında
Bir dolmuş sırasında
Kalır bir odada
Bir yastık oyasında
Bir mum ışığında
Bir yer yatağında
Aşk hiç biter mi

Kalır dilimizde
Yinelenen bir şarkıda
Bir okul çıkışında
Bir çocuk bakışında
Kalır bir kitapta
Bir masal perisinde
Bir hasta odasında
Bir gece yarısında
Kalır bir durakta
Yırtık bir afişte
Buruk bir gülüşte
Dağılmış yürüyüşte
Aşk hiç biter mi

Kalır bir sokakta
Bir genel telefonda
Bir soru yanıtında
Bir komşu suratında
Kalır bir pazarda
Bir kahve kokusunda
Bir tavşan niyetinde
Bir çorap fiyatında
Kalır bir yosunda
Bir deniz kıyısında
Bir martı kanadında
Bir vapur bacasında
Aşk hiç biter mi

15.10.09

Ruslar, kurşun kalem ve güzel bir gün için bilgeden kıssadan bir hisse...

Bugün çok sevdigim bir insanla oturduk... sohbet derin. neden-sonuç ilişkileri üzerine. nedenini bulamadığım, değiştirmeye çalıştığım onlarca konudan biri vardı masada...
konuştum konuştum, anlattım anlattım. "neden böyle" deyip durdum...
durdu; elindeki çaydan bir yudum aldı ve başladı...
"Kurşun kalem hikayesini bilir misin?"
"Hayır bilmiyorum.."
"Dinle öyleyse... şimdi mekanımız uzay... gidenlerse tabii ki türkler değil amerikalılar. amerikalı astronotlar marsta. yolculuğa milyonlarca dolar harcanmış... günlerce çalışıyorlar çalışıyorlar. bulmuşlar suyu, nehri, oksijeni. işleri bitecek dünyaya dönecekler. soğuk bir mars akşamı. böyle dışarda sert rüzgarlar esiyor (uzayda eser mi rüzgar?:))
neyse içlerinden biri, (muhtemelen neil'dır) diğerine döner ve der ki 'abicim şurdan tükenmez kalemi uzatır mısın? suyu nerede bulduğumuzu not etmem gerekiyor'... 'tamam abicim al bakalım.' 'aaa canım kardeşim bu yazmıyor...' neden şu ki uzayda yer çekimi yok. ee tükenmez kalem de akmıyor tabii ki. amerikalılar zeki ama yetmiyor; yetmiyor; yetmiyor.
durum NASA'ya iletiliyor ve başlıyor "akabilecek" bir kalem icat etme çalışmaları... 10 yılda 10 milyon dolar harcanıyor ve bulunuyor sonunda. uzaya yeniden çıkılıyor. sadece kalemi denemek için. ve zafer! evet kalem çalışıyor, Houston havada sevinçten. astronotlar öyle yer çekimi yokken birbirlerine sarılıyorlar. öpüşüyorlar falan..
Tabii o yıllarda Sovyetler-ABD çekişmesi inanılmaz. Savaşlar uzayda dönüyor. Kalemi icat edenler, kullananlar hepsi gazetelerde.. çarşaf çarşaf röportajlar, 32 dişi görünen dişler...
Aylar geçiyor sıra Sovyetlerin uzaya gitmesine geliyor. Rus astronotlar uzaya gidiyor. Görevlerini tamamlayıp dönüyorlar. Onlar da gazetelerde. ama öyle büyük röportajlar, süslü resimler yok. Sadece birkaç astronot, ellerinde bir kağıt.. Diğer ellerinde de kurşun kalem!!!"...


Bu sefer durma sırası bana geldi. Gülümsedim derin derin...
"Bu mudur yani? Kurşun kalem mi olay?"
"Evet kurşun kalem... Yani sana diyeceğim şu ki soruna odaklanmaktansa çözüme odaklan. Her şeyin aslında bir kurşun kalem kadar basit bir çözümü var. Yeter ki nereye odaklanacağını bil yeter..."

12.10.09

Nobel'i belki Obama aldı... Ama onu gerçekten hak edenler başkaları. İşte bu yıl ki Nobel Barış Ödülü'nün diğer adayları...

ö Nedense taktım bu Obama'nın Nobel almasına... tamam zaten kötü bir ödül, hatta bir dönem televizyonların en iyi programcısı Banu Avar'ın notayla yerinden edilmesine bile neden olan bir ödül... ama yine de geçmişte nitelikli başarılara da verilmemiş değil. örneğin, yaser arafat ile yitzak rabin ödülü almış, bir yıl sonra da bunun bedelini canıyla ödemişti...
"Eeee o zaman henüz hiçbir adım atmamış olan Obama neden evine götürsün ki madalyayı... yani başka kimse yok muydu onun kadar hak eden?" diye sordum kendime ve bu yıl ödüle diğer aday olanların kimler olduğuna bakındım. nasıl iyi isimler var biliyor musunuz? insan gerçekten dünyada gerçekten yaşamlarını, emeklerini, vakitlerini başkalarının hayatlarına adayanlar olduğunu görünce "neden yaşıyorum ki" diye sormadan edemiyor kendine.

Size arayıp da bulduklarımı yazmak istiyorum...



1- Sima Samar... 52 yaşında. Afgan. Ülkesinde tıp okumayı hak eden ilk kadın olmuş. Tüm hayatını çocuklar, yardıma muhtaç insanlara adamış. İlk hastanesini 1987 yılında açmış. O günden bugüne de 10 klinik, 4 hastane ve 17 bin kişiye hizmet veren okulun kurdelesini kesmiş. Bugüne kadar onlarca ödül almış. Tüm bunlar onu din adına katliamlar yapan ve insanların cehaleti üzerine büyüyen Taliban'ın hedefi haline getirmiş. Ölüm tehditleri altında yaşıyor. Onun için Afganistan'ın "Salman Rüşdi'si" deniyor. Yine de BBC'ye verdiği bir söyleşide şöyle demiş: "Ben hep tehlikedeydim. Umurumda değil..."





2- Piedad Cordoba... 54 yaşında. Kolombiyalı. Avukat. Ülkesindeki takma adı "Barışın kadını"... Yıllarca Farc ile hükümet arasındaki çatışmaları durdurmak için arabuluculuk yaptı. 16 rehinenin serbest bırakılmasını sağladı. Bir rehine onun için "beni özgürülüğe uçuran tek melek" dedi. 1999'da kendisi de kaçırıldı ama kısa bir süre sonra özgürlüğüne kavuştu. Hükümet ve gerilla örgütü arasındaki çatışmaların barış ve diyalog yoluyla halledilebileceğine inanıyor. Sözlerini birilerinin duyması gerekiyor: "Bu savaşı kelimelerle bitirmeliyiz. Eğer benim bir tarafa yakın olduğumu düşünen varsa, varsın düşünsün."

3- Denis Mukwege... 53 yaşında. Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nden. Doktor. Hamilelikleri kötü gidince bir eşeğin arkasında kanlar içinde kilometrelerce yol kat etmek zorunda kalan kadınları görünce jinekolog olmaya karar vermiş. Hayatını ise, her yıl 27 bin kadının tecavüze uğradığı, yüzde 70'inin de saldırıya uğradığı ülkesindeki kadınları rehabilite etmeye adamış. Kendi deyimiyle onları "ölümden kurtarıyor": "Kimi zaman günde 10 kadın geliyor. Kimileri defalarca tecavüze uğramış; çocuklarının, kocalarının, akrabalarının önünde. Ardından da işkenceler geliyor. Bu da soykırımın bir diğer şekli..." Bugüne kadar 21 bin kadını tedavi etmiş. Geçen yıl Olof Palme Ödülü'ne aldı. Ayrıca "Yılın Afrikalısı" oldu ve Birleşmiş Milletler insan hakları ödülünü de kucakladı.


4- Greg Mortenson... 51 yaşında. ABD'li. Dağcı. Tüm hayatı 1992 yılında kızkardeşinin epilepsi nedeniyle ölümüyle değişir. Onu anmak için Pakistan'ın kuzeyindeki Karakurum dağlarına tırmanmaya karar verir. Dağda aksilik olur ve dağcı yaralanır. 75 saat onu kurtarmak için çabalarlar. Dağın zirvesine ulaşamaz Mortenson, aşağı inerken yolunu şaşırır ve yanlışlıkla kamp yerine Korphe denilen küçük bir köye ulaşır. Ağır yaralı ve çok yorgundur. Köylüler onu tedavi ederek hayata döndürür. Mortenson, iyileştiğinde köye bir okul yapma sözü vererek ülkesine ayrılır. Ardından topladığı paralarla "Central Asia Institute"u kurar. Geri Pakistan'a döndüğünde, ajan denilerek önce Taliban, ardından afyan satıcıları tarafından kaçırılır, iki ateş arasında kalır. Müslümanlara yardım ediyor diye Amerikalılar hain ilan eder. Ama o vazgeçmez. Oradaki çocuklar okuyacaktır. "Bomba atabilirsiniz, prezervatif dağıtabilirsiniz, yollar kurup elektrik getirebilirsiniz. Ancak kızları eğitmediğiniz sürece bir toplum asla değişemez"... Enstitüsü bugün 131 ayrı bölgede 54 bin öğrenciye eğitim veriyor. Hikayesini yazdığı kitabı "best-seller" oldu. Aldığı ödüllerin sayısını kendisi bile bilmiyor...

Samba yapın Kübalılar... Blog kutlamaları 3 gün 3 gece...


Yer: Küba
Mekan: Tropicana Müzikali
Tarih: Mayıs ayının en güzel haftasıydı
Neden: Çünkü bir yaşındayım... Alttaki resimden daha eğlenceli olduğu kesin:)

11.10.09

Bir yaşına girdi bu blog... Teşekkürler... Thank you... Grazie... Gracias... Şükran... ve diğerleri...


O kadar çok işim var ki... ama şunu söyleyip gideceğim... yarın geri geleceğim...
Dün 1 yaşına girdi bu blog... 10 Ekim 2008 imiş ilk tarih baktım da...

ee bilge der ki: yazan, okuyan, birbirine söyleyen, benden feyz alan, burası yerine özel e-postalar atan, trabzondan antalya'ya kadar beni sadece okuyarak tanıyan, kısayollarına ekleyen, kıskançlıktan biri görünce ekranı kapatan, bu deli yine ne yazmış diye merak eden, amaaannn banane ne ki diye merak etmeyen herkese ama hepinize teşekkürler... bir de blogumu "bizim kız nerelerde geziniyor" diye kullanan babama ayrı bir selam ederim...

öpüldünüzzzzzzzz

(not resmim çok uyduruk oldu... daha delisini bulcam söz:))

10.10.09

Ermeniler, yaktınız annemin doğumgünü pastasını...!!!

Bugün annemin doğumgünü... sabahtan gidip hediyemi aldım. pastam da hazır... çantamı elime aldım gidiyordum... kii... yazı işlerinden bir ses... Bilgeeeeeeeeee... Ermeni-Türk anlaşmasının imzası gecikmiş..çantamı masaya bıraktım. hediyemi dolaba... pastayı da buzdolabına... oturdum masaya... neden gecikmişler diye düşünmeye başladım... yıkılan sayfalar, bakılan ajanslar... bu mesleği gerçekten isteyenlere bir örnektir.. duyurula!!

9.10.09

Nobel Barış Ödülü neden Obama'ya?

Öğle saatlerinde yazı işlerinde dolanırken televizyonda "son dakika"yı gördüm... Nobel Barış Ödülü Barack Obama'ya diye... tamam nobel beni daha önce de birçok kez şaşırttı. nasıl oyunlar oynandığı, nobelin nasıl ve kimlere öncelikle verildiğini biliyordum. okumuştum en azından birkaç yerde. ama gerçekten barış ödülünün obamaya verilmesine inanamadım. açıklamada da "uluslararası diplomasi ve halklar arasındaki işbirliğini arttırmasına yönelik olağanüstü çabaları" nedeniyle ödülün verildiği kaydediliyor.
Geçtiğimiz tüm yıl boyunca Obama'nın adım adım seçilme sürecinin çok yakından bir tanığıydım. aday olduğu demokrat parti kongresini, seçimleri, yemin törenini, kahirede yaptığı "müslüman dünyaya çağrı" konuşmasını yerlerinden takip ettim. en başta gerçekten ümitliydim. konuşmalarında değindiği konuların olumlu olduğuna inanıyordum. gerçi dünyada bir barış "havası" esiyor ama bu havanın tamamını Obama'ya bağlamak çok da mümkün değil. Evet, dünyada bir değişiklik var. türkiyenin, ermeni, kürtler konularındaki henüz nereye açıldığı bilinmeyen "açılımlarında" mutlaka "Obamamania"nın etkisi vardır. ancak bakınız ki barışa henüz somut ne katkıda bulunmuştur? bu bilinmez... zaten daha çok yaptıklarına değil, verdiği umutların bir karşılığı olduğu sanılıyor ödülün. bakcaz artık 9 ayda nobel'i kapan obama'nın önümüzdeki yıl ne ödülü alacağına... ya da ödülü geri teslim edip etmeyeceğine...

Romantik çiftler çekirdek çitler...

Edirne'ye düştü yine yolum. bir dostu ziyaret edip döndüm apar topar... zaten üniversitemi de orda okumuştum. çok severim orayı... uzun uzun edirneyi yazacağım. şimdi çok işler var toparlıcam. bu arada da sizi tipik bir edirneli karı kocanın boş vakitlerini geçirme tarzını "derinlemesine" yansıtan bir fotoğrafla başbaşa bırakıyorum... Yer Saraçlar Çarşısı... çekirdek çitleyin, çitleyelim:))

2.10.09

komik...

havalanındayız... kardeşimin arkadaşlarının muhabbetini yakalamakta gerçekten zorluk çekiyorum. birbiri ardına espriler patlıyordu... biri de şuydu.. ben bu kadar geyiğini uzun zamandır görmemiştim...
adının sam olduğunu düşün... email adresini nasıl verirsin?
samethotmailnoktakom... peki samet kim?
kapiş?:)))

Yolun açık olsun kardeşim..

Bugün kardeşimi uğurladım... Lyon'a / ya da bizim havayollarının deyimiyle "Liyon"a.
Yanında çete gibi birbirinden komik / birbirinden iri arkadaşlarıyla... kardeşim 4 yıl fransızca okudu ama bir satır bile fransızcasını duymadım. hep öğrenemediğini iddia etti. ee orada ne yapacak bilmiyorum.
Baktım Lyon içinden nehir geçen çok güzel köprüleri olan bir kentmiş... neyse bize de bir kapı çıktı işte. bi oraya gitmemiştim orasını da görmek artık farz... varsa bilen oraları yazsın da kardeşime gönderirim... çocukcağız bir başına kalmasın...
neyse biz onu çok özleyeceğiz... umarım keyfin yerinde olur ve lyon'da çok iyi vakit geçirirsin canımın içi...

1.10.09

Yeni anketimiz piyasaya çıkmıştır... Haber ola!

Malum nefret ettiğim kış geldi ya... Böyle dona dona oturuyoruz geceleri. Ama benim nefret etmem sizin de sevmemeniz anlamına gelmiyor... Ne tutkunusunuz? Buz gibi kış / sarı eylül / sıcak yaz / kelebek ilkbahar... sağa yeni anket koydum... buyrun oylayın...

Obama'nın binbir yüzü / ama hepsi bir yüzü..:))

Seçileli bu kasım ayında/ki önümüzdeki aydır/ bir yıl olacak... Büyük umutlarla geldi, herkes gelişine belki de gereğinden fazla anlam yükledi; vs.vs.vs.. Obama'nın gelişinden beri her şeyi göz önünde. Ailesi, yediği yemekler, hangi kelimeyi kaç kere kullandığı, hangi lokmayı yutmadan önce kaç kere çiğnediği, nasıl yürüdüğü, "nasıl güldüğü" vs. vs. vs...
Bir de dünyanın dört bir tarafından yaşayıp da Obama'yla kafayı bozan bir kesim var.. Yukarıda arka arkaya sıraladığım noktaları teker teker inceleyenler var. Ben değilim asla, ama onları Eric Spiegelman da bunlardan biri işte. Kim tanımıyorum ama bir video yapmış çok komik. Obama'nın yüzlerce buluşmada verdiği gülüşlerin /ki buna sırıtma da denebilir/ fotoğraflarını toplamış. fotoşoplamış... ve arka arkaya sıralamış. ortaya da bu görüntü çıkmış. Sanki gerçekten bir kelle koymuşsun da yanındaki konukları değiştirmişsin gibi bir hava var... Buyrun seyri aleme...


Barack Obama's amazingly consistent smile from Eric Spiegelman on Vimeo.

30.9.09

Ne arıyorsan içindedir:)

Bu sabah servise yürürken bir apartmanın duvarında rastladım bu resimlere... nasıllar ama... insanı güne güzel hazırlıyor... paylaşayım dedim...

29.9.09

Benim koltuğum mu değerli astronotunki mi?


bazen buradan uzak kalıyorum. insan ciğerini açmak/açmamak/açmakta çekimser kalmak/sonuna kadar paylaşmak arasında gidip geliyor...
insan bazen zincirlerini kırmalı değil mi? mesela tatile gitmek... sahilde ayaklarını uzatmak, arkadan çocukların kumda oynama sesleri gelse. baktım da şöyle bi yazdıklarıma, umutlarıma, hep bir gitmek var. oysa ki ben hayatımın bu evresinde "gitmeyi"/hayatı değiştirmeyi/köklerini bırakmayı/en azından bir dönemliğine bırakmayı; bırakmış, bırakmaktan vazgeçmiş biriyim...
bazen bir yere köklerim bassın istiyorum, sonra masamda sola dönüp dünya haritasına bakıyorum.. yüzlerce ülke. bilmiyorum. gidebilirim de kalabilirim / nedenlerine bağlı!!!

düşünsenize şu işimize ne çok vakit harcıyoruz. hiç sevmediğimiz, bizim seçmediğimiz insanlarla dipdipe çalışıyoruz. iş umrumda değil diyenlere inanmayın, hepsinin umurundadır. bu krizde / ki bu krizi de sonuna kadar kullandıklarını düşünüyorum/ kim kalmak ister ki işsiz... onu gülümse, buna sırıt, sonra herkesin arkasından konuşanların, el ense öpüştüklerini görmek. sonra sana gülenlerin arkandan konuştuklarını duymak...
böyle bir ortam işte işyeri. sonra ay başında maaşını al bir günde bitsin/en fazla 15ine kadar dayansın... eeee??? so what??? mesela uzaylılar yukarıdan bakıp bize gülüyorlar mıdır? düşünsenize uzaydan bakarken ne kadar küçüğünüz... hele türkler. kalabalıklar ama küçükler... yani en azından rus/hint/amerikan olsaydık uzaya çıkıp büyük olduğumuzu gösterebilirdik. o da yok...olduğumuz topraklarda sayıyoruz... sonra işyerinde biri gelip senin önüne geçmeye çalışıyor... aloooo, alem uzaya çıktı sen benim koltuğumu istiyosun... sıkıysa git de mars'ta su bulan hintli astronotun koltuğunu al bakalım. ancak dikip dikebileceğin göz benim koltuğuma uzanabilir.. ama tabii dikebilirler fiziki olarak / çünkü koltuğum koccaaa gazetenin /müdürler hariç/ en güzel masası. en köşedeyim.. tam sote, ekranımı kimse görmüyor... ee bu koltuğa oturmak için ben 8 yılımı verdim, sen de ver sen de al di mi... (sıkıcı/soğuk/anlamsız salı gününden vurdum işte... bakalım gün ne getirecek?)
Foto: bizim binadan muhteşem gün batımı... ceple çektiğim için çok iyi değil ama yine de sevdim ben renkleri...sonbaharın tek güzel yanı bu mudur? günbatımı...)

Şems'in 40 kuralı

Kural 19: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

21.9.09

Viva Cuba, Viva Revolucion!!!

Latin Amerika'nın en ünlü şarkıcılarından biri Juanes... Kolombiyalı... kendisi için aynı zamanda bir afet de denilebilir kimi durumlarda.. tabii ilgi alanına esmerler ve güney amerikalılar girenler için...
neyse konumuz Juanes'in tipi değil, bu hafta imza attığı bir konserdi... Konserin yeri Küba'ydı. tabii yer küba olunca benim ilgim de birkaç kat arttı. gönlünün tamamını muhteşem ülkede bırakan biri olarak. Konseri düzenleyen "Sınır tanımayan barış" adlı bir örgüttü. asıl amacı Küba ile ABD arasında bir köprü oluşturmak ve ambargoya dikkat çekmekti. Devrim Meydanı'ndaki konsere 1 milyon kişi katılmış.. ben niye bu soğuk sıkıcı istanbuldayım da dünyada bir milyon şanslı kişi ordaydı... neden?
bu anlamsız soruya asla yanıt veremedim bu zamana kadar... ama bolca arttırdım seçenekleri, neden arjantinde tango yapmıyorum, afrikada fillerin üzerinde gezmiyorum veya kuzey kutbunda bir dağ evinde şömine karşısında somon füme yemiyorum... içim sıkıldı yine..
neyse geri dönüyorum... konser yapıldı. beyazlar içindeki şarkıcılar kübalılar müzikle kendilerinden geçtiler. tabii müzikten, hayattan, güzelliklerden nasibini almakta hep iki kere düşünen, asla kendini hayatın akışına bırakamayacak kadar cahil amerikan halkına da bu konseri protesto etmek kaldı. neden mi? efendim neden Juanes "diktatör" bir ülkede konser veriyormuş... sanane? koca bir milyon kişi mutlu da bi siz mi "kurtaracaksınız" küba'yı? kurban olsunlar küba'daki güzelliklere diyorum, siz gidin hamburgerlerinizle beslenin, küba karşıtı propaganda yapın... daha çok milyonların katıldığı konserler yapılır kübada... darısı benim de o milyonların içinde biri olmamı nasip eder inşallah!!!

(çözünürlüğü çok iyi değil ama dailymotion'dan bulduğum bir konser görüntüsüyle sizi başbaşa bırakıyorum. youtube'a girenlere sesleniyorum: http://www.youtube.com/watch?v=j6p_hoXj3Dw bu linke tıklarsanız birçok videoyu izleyebilirsiniz...

Viva Cuba, Viva Revolucion!!!