8.2.10

Ermenistan, Ağrı Dağı ve daha nicesi. Geç kalmış bir yazıdır bu!


Ermenistan'dan geleli neredeyse bir ay olacak. Hatta bir ayı da geçti galiba. Araya bir sürü toplantı, haber, tatil, keyif, dostluk, eğlence falan girince kalıverdi işte... ama yazmak istiyorum yine de. hani gitmek isteyen olur, ermenistan'ı bilmek  isteyen olur... yazalım biraz değil mi?

ermenistan sadece sarı gelin, soykırım, kavga, öfke, nefret olamaz. yani olmamalı değil mi? geçmişte kocca bir ömrü birlikte geçirmiş iki ülkenin halkları birbirinden neden böyle nefret eder oldu... niye? 

Ermenistan, dünyaya kapalı bir ülke. en önemli ama en önemli kapısı olan türkiye'den geçemiyorlar. ya kuzeyden ya da güneyden dolaşıp da avrupaya çıkabiliyorlar. türkiye sınır kapısını, ermenistanın azerbaycan toprakları içindeki yukarı karabag'ı işgal etmesi üzerien 1993'te kapattı. bir daha da açmadı. evet kaçak ticaret var, türk malları her yerde. ama olmamış. yani hala Ermenistan yoksul. 

Artık 21'inci yüzyılda neden sınırlar kapalı kalır anlaşılmıyor gerçekten? Avrupa'nın son kapalı kapısı işte... 
Ermenistan'ın en büyük gelir kaynağı kim mi peki? Diaspora... Yani ermenistan toprakları dışında yaşayan zengin ermeniler. her yıl abd başta olmak üzere birçok ülkede yardımlar toplanıyor ve ermenistan'a gönderiliyor.

Ermenistan her yönüyle dışarı kapalı bir ülke. Orada bulunduğum sırada sürekli yağan yağmur, kapalı hava, soğuk bir kış... bana belki de güzel görünebilecek ermenistan'ı daha da sıkıcı hale getirdi.

Ermenistan'da kendimi ilginç hissetmedim dersem yalan olur. yani türk olmanın verdiği ezik hal. onları bu topraklardan sürmenin verdiği o boğazında gerçekten düğümlenen bir yumak. bunu hayatımda ilk kez hissettim. daha önce kahireye, ürdüne gittim mesela. eski osmanlı topraklarına. ama onlar bir şekilde sıyırmış. yani kendi ayakları üzerinde durmayı başarmışlar. ama ermeniler öyle değil. yapayalnızlar. ve belki de bu nedenle birbirlerine inanılmaz bağlılar (burada bir parantez açmak istiyorum. haiti'ye giden bir dostum bana o halkın inanılmaz mağrur ve gururlu olduğunu, çünkü yıllardır sömürgelere karşın kendi ayakları üzerinde durmayı başarmaya çalıştıklarını söylemişti. bir anda aklıma geliverdi işte)...

Neyse, orada bunu hissettim işte. ne bileyim bu sözle anlatılmaz ki. Bizi oraya Kültür Üniversitesi'nin Küresel Araştırma Merkezi davet etti. Ben ve dış haberler/diplomasi yazan birkaç diğer gazeteciyle birlikte. neredeyse her gece konyaklarla süren sohbetlerin sonu mutlaka bir şekilde o "malum" konuya geliyordu: soykırıma...

Biz çözemezdik; yani o kadar derindi ki her şey. ama kimi zaman da ne kadar basittir çözümü değil mi? Soykırıma inanmak veya inanmamak değil aslında mesele. 1 milyon ölmüş, 500 bin ya da 10 bin. Önemli olan tek bir şey var bence. Geçmişle yüzleşebilmek.

Ermenistan'da 5 gün kaldım. Evet belki bu bir ülkeyi tanımaya yetmez, onlarla yaşamalı, onlarla gezmeli içmeli sonra onların gözlüğünden bakmaya çalışmalısınız. Neyi gördüm biliyor musunuz Erivan'da. Herkes ama herkesin mutlaka türkiye'yle bir şekilde bir bağlantısı var. bu kan bağı anlamında. ya amcası, ya dedesi, ya annanesi bir yerlerden göç etmiş. Erivan'da "maraş" ve "malatya" diye semtler var biliyor muydunuz? oralardan göç edenler kurmuşlar. adını da maraş ile malatya koymuşlar.

Oradayken bir soykırım müzesine de gittim. hani şu kıyametler koparan müze. büyük bir hayalkırıklığına uğradım. çünkü ben gerçekten büyük, şaşaalı, içinde benim fikrimi kökünden değiştirecek kanıtların olacağı bir yer hayal etmiştim. oysa ki öyle olmadı. birkaç avrupalının yazdığı kitap, resimler var o kadar... evet öldürmüşüz, acımasızca hem de... ama bu müze mi bizi tarihimizle yüzleştirip yaptıklarımızı görmemizi sağlayacak. bilmiyorum! (ben fransa'da bir toplama kampına gitmiştim. hatta onunla ilgili yazdım da bu blogda. orada gerçekten sistemli katliama tanık olmuştum. insanlığımdan utanmıştım. ağlamıştım ölenler için.)  

neyse, yine de acı geçmiş acıdır. geçmişle, ortak bir hayat paylaştığımız insanlar kendi topraklarına dönebilmelidir. bu topraklar herkesin işte. bize mihmandarlık yapan dostumuz şöyle dedi bol konyaklı, duygulu bir gecenin sonunda: şu lobiden çıkın ve bana sokaktan birini çevirin. konuştuğunuz kişiler arasında göçte bir yakınını kaybetmemiş bir kişi bulursanız ben bu mesleği bırakırım, hepinizden de özür dilerim. ama yok! yok! yok! niye bunu görmüyorsunuz?

görüyorum dostum ve yazıyorum işte herkese... diyorum ki, bir kere yemeklerimiz aynı. içli köfte, kebap, haşlama hepsi var. onlar da sovyet döneminden kalma lahanadan bir de "borş" çorbası var ki tadına doyum olmaz!

müziğimiz de aynı desem abartmış olmam. onlarınki tabii ki biraz daha kafkas müziklerine benziyor. (mutlaka sayad nova, komitas bulun ve dinleyin. komitas'ın hikayesi o kadar güzel ve acıklı ki.. sonra onu da yazarım)

Ermenice Ermenistan "Hayastan" olarak söyleniyor. Hay; ermeni demek. astan da vatan. başkent erivan ise ermenice'de "yerevan". van onlarda kent anlamına geliyor. insan bizim van'ın da isminin ermeniceden gelmiş olabileceğini düşünmeden edemiyor (en azından ben edemedim).

erivan'ın en güzel ve en ünlü çarşısının adı "vernisaj". mutlaka gidin. birbirinden güzel yağlı boya tablolar, takılar, matruşkalar, broşlar... saatlerce gezebilirsiniz. ama orada sadece güzellikler yok tabii ki. minicik bir ampulu, bir banyo fıskıyesini, eski bir lambayı satmaya çalışan o kadar çok insan var ki. kendinizi bir hurdacının içinde bulursanız şaşırmayın.

Sonra Eçmiyadzin Kilisesi ve oradaki Haçkar denilen taşın üzerine süsleme sanatı eserlerini de görün. bize mihmandarlık yapan dostumuz, bunların en güzellerinin Ani harabelerinde olduğunu, türklerin bunların ne olduğunu anlamadan öylesine taş olarak kullandıklarını ve parçaladıklarını söyledi. ne acı değil mi? oysa ki isadan öncesine dayanan birer sanat eseri hepsi adeta.

Ama Ermenistan'ı gerçekten ermenistan yapan ne biliyor musunuz? Ararat! Yani diğer bizim için Ağrı Dağı. ama onlar için anlamını biz anlayamayız. bizim için sadece bir dağ ağrı. yazın dağcıların tırmandığı, öylesine bir yükselti işte.. ama ermeniler için can demek, vatan demek, hayat demek. Ararat deyince akan sular duruyor ermeniler için. 

Ben de bir arkadaşın arabasıyla oranın en büyük tepesine çıkıp Ağrı Dağı'nı seyredaldım. İçimden dedim ki "Ağrı Dağı'nı ilk kez gördüm. o da ermenistan tarafındanmış." Öyle güzel öyle heybetli ki gerçekten. bizde nasıl boğaz gören evler çok pahalıysa ermenistan'da da Ağrı'yı görmek için balkonunuzdan kesenin ağzını açmanız gerekiyor. 

Ermenistan ne yazmakla biter ne de anlatmakla. gitmek istiyorsanız haftada iki kez uçaklar kalkıyor. sanırım atlas jet'le ortak. vizeyi kapıda alabiliyorsunuz. para birimi dram. en güzel otel, best western. hem bakanlıklara hem de ana alışveriş caddesine yakın. en iyi konyak Ararat markanın Nairi olanı. Muhteşem gerçekten! daha anlatacak çok şey var... ama artık geç oldu. benim uyumam gerek. keşke düşmanlıkların, ölümlerin, kapalı kapıların, faşistlerin, acımasız katillerin olmadığı bir dünyaya uyanabilsem. bir umut, belki uyanırım... 

(not: yukarıda gördüğünüz tüm fotoğrafları ben çektim. hem de büyük bir zevkle. dahası da var, ama dedim ya ... geç oldu.. rüya görmek lazım:))

30.1.10

Üniversite yıllarımdan bir hatıra!!!

Yaşar Kurt ve Fırt Emin... (bu şarkının adı neden fırt emin bilen var mı?

Yorumsuz!:)

26.1.10

Kar... ve Ben...

Kar ve Ben...

Esiyor tane tane yine beyaz bir rüzgar.

Söyleyin hangi kuşun kanatları yolundu?

Yine hangi ağaçtan döküldü bu yapraklar?

Yağan beyaz bir sükut, bir mahşerdir sanki kar!

Bir hicret sevdasıdır ruhumu sardı yine.

Ruhum gibi pervasız yoldaşlar da bulundu.

Ruhum karıştı gitti bu kar tanelerine;

Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine.

Cahit Sıtkı Tarancı


Donuyorum!!!!


Bu nasıl bir soğuktur tanrım!!! İstanbul baştan sona kar altında. Giy giy giy, eldiven tak, bereni kafana geçir... yetmiyor. ü-şü-yo-rum!!! ben böyle soğuk yaşamadım desem yeridir!!!
Karların altına gömülmüş bir polis motorsikleti... O bile soğuktan kımıldayamıyor, baksanıza!!!

25.1.10

Çırağan Sarayı'ndan Kar Manzaraları

Dün ve bugün Çırağan Sarayı'nda Afganistan ile ilgili bir zirvedeyim. Koştur koştur dur... Ama her şeyden güzeli yağan muhteşem kar oldu. Haberleri yazarken, basın toplantılarında herkesin bir gözü dışarıdan yağan kardaydı. Hele bir de İstanbul'un en güzel yerindeyseniz bu güzel doğa olayında çok daha fazla keyfini çıkarabiliyorsunuz... 
Yukarıdaki fotoğrafların hepsini kendi cep telefonumla çektim. Kendisi bir sony ericssondur ve 2.0 megapikseldir. Hiç fena değil değil mi? 





22.1.10

Bugün Dünya Panoraması günü...


İyi, bol karlı, zincirli bir hafta sonu dilerim...:))

http://www.sabah.com.tr/multimedya/galeri/dunya/bilge_eserden_dunya_panaromasi_22012010

Avatar'ın inanılmaz bilgisayar tekniği...

Sonunda Avatar'a gittim. Kendimden geçtim. Artık en büyük hayalim "sahaylu"...


"Kızım yaaa kelebekler üzerimize üzerimize geliyordu. O nasıl bir şey yaa.. Valla annenle kendimize gelemedik. Nasıl yapmışlar yaa. Valla helal olsun bütün verdiğimize. dur telefonu annene veriyorum. bi de o anlatsın.." (5 saniye boşluk)... "Anne, nasıldı?. "Ayyyy bilge, o kuşlar gerçek olsa da üzerine binip hepimiz uçsak. hayal dünyası yaratmışlar. 14 yılda yapmış adam. Çok güzeldi. sen de git"... "Peki anne, hemen"...
Gerçekten de hemen yaptım ve aynı akşam 8 matinesinde Avatar'daydım. "Ooooo daha yeni mi gittin?" yorumu yapabilirsiniz. evet gidemedim işte. vakit, yer bulamadım. sonunda gittim işte. allahım o nasıl bir şey ya... Dostum yanımda, sürekli birbirimize "şaka gibi", "bilge bu gerçek mi?" deyip durduk. yanımdaki kadın daha da coşup kötü adama yemin ederim durup "geber köpek" diye seslendi. o seslenince aklıma çok komik bir anım geldi. erkek kardeşimi 11 yaşındayken Terminatör'e götürmüştüm. sonunda arnold kızgın yağın içine girer ama baş parmağıyla "tamam" hareketi yapar ya. kardeşim işte o anda ayağa kalkıp alkışlamıştı sinemanın ortasında. ben hayatımda bu kadar heyecanlanan bir seyirciye rastlamamıştım.
aradan çooookk yıllar geçti ve aynısını Avatar'da yaşadım.
İki gündür de kendime gelemiyorum. O nasıl bir görsellik, o nasıl bir teknoloji. gerçekten sinema tarihinde bir dönem noktası. aynı george lucas'ın star wars serilerinin çıktğı 1977 yılında dendiği gibi; "bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacak..."
Film hakkında binlerce yorum yapıldı. benimkiler arada kaybolacak ama yine de bilge konuşmak istiyor.
önce beni filmde duygusal olarak en çok etkileyen şey "sahaylu" oldu. yani "bağ". hani saçlarının ucunda hareket eden tüyleri, hissetmek istediği cisme bağlıyor ya. uçan atına, dallara... işte o beni benden aldı götürdü. düşünsenize öyle bir şey olsa. mesela bağ kurduğunuz kişiyle "tek" olabilseniz. içinden geçenleri, düşüncelerini, duygularını anlayabilseniz. gerçekten "tek" olabilseniz. ne kadar muhteşem olurdu. o zaman arada ne yanlış anlaşmalar olurdu, ne küsmeler, ne kırgınlıklar.
evet sevgiler, unutulan dostluklar, omuz omuz verip savaş kazanmalar, hayal kırıklıkları hepsi var filmde...
ama tüm bu duygusallık varken işin siyasi boyutunu da görmek gerek diye düşünüyorum.

ABD ile Avrupa'nın kendi hakimiyetlerini kurmak için etnik toplulukları yok etmesini; yine ABD'nin son yıllarda Ortadoğu'da kurduğu siyasi hegemonyaya çok ağır eleştiriler yükleyen de bir film bence. Sonuçta Irak Savaşı, oradan kazanılan petrolle öldürülen insanlar, yok edilen medeniyetler, savaşla birlikte hayatta kalabilmek için feda edilen insan onuru, rüşvet, ihanet...
Filmde de zengin bir madeni kaynak için koca bir uygarlık yok edilmeye çalışılmıyor mu?

Bence yönetmen James Cameron, o hep dalga geçtiğimiz amerikan filmlerindeki çok ama çok "klişe" sözleri ve kötü amerikalı karakterlerini sonuna kadar kullanmış. örneğin savaşı yürüten amerikalı general, savaş gemisinde elinde kahveyle duruyor. inanılmaz bir ayrıntı değil mi? sonra "i want to be home for dinner" (akşam yemeğinde evde olmak istiyorum" sözü... ve gerçekten generalin büyük saldırı öncesinde askerlere dönüp de "terörü terörle yeneceğiz" demesi Bush Amerikası'na çok güçlü bir gönderme yapıyor.
Ama filmin kahramanının sonradan hepsini lideri olması, kalkıp da binlerce yıldır o topraklarda olan bir Na'vi ırkına hitaben gaza getiren bir konuşma yapması bana "hayır yaaa" dedirtti. illa onların kahramanı bir amerikalı mı olmak zorunda yani? kötü karakter sonradan hepsinin dostu oluyor ve onların savaşı kazanmasını sağlıyor. Ve böylece atalarının ve komutanlarının işlediği bütün günahları affettiriyor mu? Filmin tek rahatsız edici yanı bu oldu benim açımdan.

Heee bir de artık Türk filmleri ustası olmuş bir toplumun bireyi olarak, filmin sonunda Amerikalı kahramanımızın kesin öleceğini, kızın da hamile kalarak onun anısını yaşatacağına inanıyordum (bakınız tüm türk dizileri ve de efsane terminatör)... Ama öyle olmadı ve ben haksız çıktım. Yaşasın mutlu sonlu filmler...

20.1.10

Bugün bile ne öğrendi?

Kimi zaman şu bloga bir şeyler yazmak zor, zul, ağır işleyen treni itememe, isteksizlik, yorgunluk falan gelse de... seviyorum yazmayı ben... bazen gerçekten düşünüp düşünüp de kendimi dinlemek için kaçıyorum ama sanırım seviyorum ben burayı.. "hayırdır bu aralar blog sustu" diyenler beni üzüyor... o yüzden size yemin size söz daha sık yazcam...

Tango, hasret ve keyif!!



Bizim tango sınıfının birinci yıl buluşması vardı geçtiğimiz hafta... Bir yıldır birbirini tanıyan, dert ortağı olan, birlikte gülen, birlikte ağlayan, birlikte şikayet eden, birlikte memnun olan, birlikte olmak için deli gibi planlar yapan, günleri takla attıran, ama her şeyden de önemlisi birlikte dans etmenin keyfini, mutluluğunu, eğlencesini, huzurunu birlikte tadan bir grubuz biz... bağrından çok tatlı bir kadın ile bir erkeğin düğününü çıkaran, bu yaz da inşallah ikinci düğünü çıkarmayı bekleyen bir grubuz biz... darısı bekarların başına neşeeeeeeeee:))
işte o geceden iki kare!!!

(ve evet o dans eden benim.. onurun doğum günüydü biz de sırasıyla şımarttık onu!!:)

İstanbul'da kar var... Benim aklımda çam ağaçları, edirne, yünlü çoraplarım, sıcak şarap ve annemin gönderdiği resim var...


İstanbul ne güzel değil mi? Bembeyaz... Bizim işyeri balmumcuda. dün nasıl yağdı kar nasıl... sonra tipi... eskiden küçükken biz bahçelievlerde otururduk hatırlarım da bütün sokakları bembeyaz olurdu. sonra bütün arkadaşlar çıkar kartopu oynardık. sonra ataköye taşındık. orası da kar yağınca cennet olur... sitedir ama komşularımız çok iyidir. hep beraber çıkıp kardan adam yapmışlığımız bile vardır...
nedense kar bana kapanmış okulları, beylikdüzünü, çamlıca tepelerini, abantı, kapanan bolu dağı yolunu, yıllar önce bele kadar karın yığıldığı bahçesine kendimi koşa koşa attığım topkapı sarayını, sonra bana "abla ne yapıyorsun orası askeri bölge" diye bağıran askeri, iliklerime kadar üşümeyi, ayaklarımın hangi ayakkabıyı giyersem giyeyim sucuk olmasını, donan burnumu, çam ağaçlarını, bir akşam cihangirde bir müdürümün evinde içtiğim tadına doyum olmaz sıcak şarabı, aynı mahallenin sokağında fırın tepsisinde yokuş aşağı kayan çocukları, kaynar gibi yanan el yakan kaloriferleri, dört yılımı geçirdiğim, dizlerime ama gerçekten dizlerime kadar karı ilk kez hissettiğim, içime ilk kez kocaman kar topu yediğim buzzz gibi edirneyi, işsiz olduğum bir dönemde annem ve babamla kemerburgazdaki evimizde günlerce mahsur kalışımızı, ama gerçekten arabanın çıkamayacak, kardeşlerimizin gelemeyecek şekilde mahsur kalışımızı, annemle sabah akşam börek yapıp film izlememizi, tüm bunlar olurken benim acı bir şekilde kocaman bir kitabı türkçeye çevirmek için canla başla çalışmamı, yünlü çorapları, saflığı, temizliği, duruluğu, camdan dışarı bakmanın gerçekten insana keyif, mutluluk ve huzur vermesini hatırlatır...
ya sana neyi hatırlatır?

(Hamiş: bu sabah annem aradı. onlar artık güzelcede oturuyorlar. önlerinde deniz, yanlarında küçük evlerle kentten uzak mutlu bir hayatları var. neyse, annem dedi ki buralar feci kar kızım. annecim ben göremiyorum ama. "ee ben sana resmini çekip göndereyim cep telefonumla"... "anneciğim sen mesaj bile atamıyosun doğru düzgün bi de resimlisini mi göndereceksin..." "dddıııııtttttttt..." telefon kapandı. annem çok sinirlendi bana:) ardından da yukarıdaki resim geldi mesaj olarak... ben çok utandım. anneciğim o yüzden de yukarı güzelim istanbulun güzelim güzelcesinden senin yolladığın resmi koyuyorum.. ellerine sağlık canım benim.. hee bu arada özür dilerim!:)

Avatar ve Erdoğan... Çok komik yaaaa!!! Linke tıklayın!


http://www2.mcdonalds.fi/day/avatar/avatarize.php?lid=finland&mId=33179917.3

12.1.10

Ürdün'de Kraliçe Rania ile görüştüm. Öyle bir hasret giderdik döndüm:)


Ne zamandır yoktum. Böyle başlayan ne çok yazım var. şöyle bir baktım da geçmişe. bana hadi yaz artık diye mail atan hiç tanımadıklarım... ben de sizi özledim. ama yeni yıl geldi ya hani. yeni kararlar alıyor insan duvarına birkaç blok koyuyor eskilerini atarak. sonra o kararların birini bile uygulayamıyor. en basitinden şu saçlarımı bile kestirip boyatamadım çevre baskısından. yaza minicik yapcam hepsini kararlıyım. 
Baktım da şöyle bir neler birikmiş yazacak. en önemlileri ürdün ile ermenistan bence... ama hepsini bir anda yazmamı beklemeyin ne olur. bu aralar işle beynimi yemek üzereyim... 
okudunuz mu? ürdün kraliçesi rania ile söyleşim çıktı sabah gazetesinde... aşağı linkini veriyorum. isteyen tıklayıp okuyabilir... biliyorum bu aralar sabah'a karşı bir almama kampanyası var. ama orası benim gazetem ve ben orayı seviyorum. hatta oradan emekli olmayı bile düşünüyorum desem yeridir... bu yüzden en azından bana bir tıkı çok görmezsiniz değil mi? 
çok tatlı bir kadın... tam bir yıl boyunca uğraştım söyleşi alabilmek için. yemin ederim obama'dan bile yoğun kendisi. kraliçe olmak zor işmiş. ama hiç vazgeçmedim. her ayın başında maillerimle basın ekibini o kadar taciz ettim ki sanırım benden bıktılar ve "bırakın konuşsun" dediler...

paketledim valizimi ve ürdünün yolunu tuttum. amman çok güzel bir kent bence. ben anladım ki arap ülkelerini seviyorum. bir sonraki tatilim için beyruta gideceğim kararlıyım.

neyse, dedim ki kraliçeyle buluşcam saçlarıma bir fön çektireyim. ama ben her yeri avrupa ya da istanbul sanıyorum. 9da gelmesi gereken otelin kuaförü 10 buçukta yoktu. ve beni saraydan araçla almaya geleceklerdi bir saatte. sokağa çıkıp bir kuaför aramaya başladım. allahım öyle yürüyorum amman sokaklarında. bir baktım bir yer. makyaj evi gibi. o arap kadınları ne çok süsleniyor o zaman fark ettim. neyse iki fön, hemen otele gelip giyindim ve tuttuk şoförle sarayın yolunu. aman çorap kaçmasın, aman kayıt cihazı yerinde mi, aman fotoğraf makinesi hazır mı... dönüşü olmayan bir yoldayız. hep panik olurum söyleşiler öncesinde. soruların üzerinden belki milyonuncu kez geçtim. sonra girdik bir yola. kraliyet yoluymuş. fotoğraf çekmeme izin vermediler. o yüzden ne yazık ki göremeyeceksiniz. ama etrafı duvarlarla çevriliydi. halktan ayıran duvarlar. öyle oturup da kraliyeti falan övmeyeceğim. sonuçta dünyanın tek eşit yönetimidir cumhuriyet. ama en azından kral ve kraliçe de olsan halktan kopuk olmazsan da sevebilirim onları. biz de cumhuriyet var da nerde hayrünnisa nerde emine? şatolarından çıkacaklar da halka karışacaklar da.. HİKAYE!
o yüzden seviyorum kraliçe rania'yı... kadın namus cinayetleri, çocuk tacizlerine karşı çalışıyor. tacize uğrayan çocuklar için arap dünyasındaki ilk rehabilitasyon merkezini yapmış. dünyayı geziyor, eğitilmeyen kızlar için para topluyor...
ama hepsinden ötesi kadın güzel işte be canım. yani kime söylesem gitmeden, ya bana bi imza alsana falan deyip durdular. allah özene bezene yaratmış.
neyse kapılardan geçip durduk. meleke diyorlar kapı açılıyor. dedim şifre heralde bu, meğerse arapçada bizim melek'e denk geliyormuş. kraliçe babında.
neyse o kapıdan geç, bu kapıdan geç. sonunda bir basın danışmanı beni alıp bi odaya koydu. biliyor musunuz, ürdünde çok fazla çerkez var. göç etmişler oraya. zaten ürdünün nüfusunda ürdünlü neredeyse yok. büyük bir kısmı filistinli, hıristiyan, çerkez... etnik bir ülke. saray da çerkezlere hak vermek için birçok askere görev vermiş. içerisi uzun, ince, sarışın, mavi gözlü (yani sürekli kara arapları gördükten sonra insanın içi açılıyor ne diyeyim) erkekler kaynıyor. öyle dimdik duruyorlar. daha çok simgesel orada duruyorlar. 
neyse bir iki derken beni kraliçenin yanına aldılar. oturup sohbet ettik biraz. petradan istanbuldan, ammandan neler yaptığımdan. ardından da başladık söyleşmeye... konuştuk konuştuk konuştuk. 
sonra kapılar açıldı dev, yardımcısı "bitti" deyiverdi. ben de çıkıverdim hızlı hızlı. basamaklarını indim sarayın, geçtim geri kapılardan. otel odasındaydım. kayıt cihazını çalıştırdım. bu benim fobimdir, çünkü bir kez 1,5 saat telefonda söyleşi yapmış ve aslında kabloları bağlayamadığımı fark etmiştim. aynısının olmaması için hep not alırım. 
böyle işte... öğrendim ki dedesi türkmüş (zaten ürdünde yaşayanların büyük bir kısmının ataları türkiyeden göç etmiş, yemin ederim yayılmışız dünyanın dört bir yanına deyimi ancak türkler için geçerli), türk yemekleriyle büyümüş, türkiyeden birçok tablo satın almış falan filan... okumak isteyenler için buyrun... (der bilge. bir hafta sonra ne çok özlemişim yazmayı, siz de beni özlediniz mi? özlediniz biliyorum...)  

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2009/12/26/dedem_turktu_turk_kulturuyle_buyudum

http://www.sabah.com.tr/Yasam/2009/12/27/tac_sevmiyorum_acitiyor

http://www.sabah.com.tr/Gundem/2009/12/28/islamda_namus_cinayeti_yok  

Beni benden alan şarkı... Candan yine yapmış yapacağını