21.9.09

Ev açması baklava yoksa bayramın ne anlamı olur ki?

Küçükken nefret ederdim bayramlarda erken kalkmaktan... babam sabah namaza giderdi, geldiğimizde kahvaltı masası mutlaka hazır bulunmalıydı... annem zavallı, emektar kadıncağızım evin. erkenden kalkar bütün masayı hazırlar sonra bizi uyandırırdı... eğer bir yere gitmeyeceksek ben kahvaltıdan sonra yine uyurdum... tabii öncesinde ailece bayramlaşırdık...
yıllar geçtikçe bayramları daha çok sevmeye başladım. hatırlarım da yollar bir işkenceydi eskidende... hani şimdi trafikten şikayet edenlere sözümdür... annanemler anadolu yakasında oturuyorlar. biz ise bahçelievlerdeydik yıllarca... arabaya atlardık. öyle bir trafik olurdu ki dur-kalk-dur-kalk... hatırlarım da ablamla iskambil kağıtlarını alır arka koltukta oynardık. sonra bir de adetimiz vardı yanımıza mutlaka kasetler toplardık.. en sevdiklerimizden. çünkü köprüye yaklaştıkça radyo çekmezdi. radyoyı kapatır kasetleri dinlerdik teker teker... oya-bora vardı hatırlıyorum da...
ayyy ne nefret ederdim o trafikten yoldan... görüyorum ki aradan yıllar geçmiş hiçbir şey değişmemiş...
trafik aynı iğrençlikte devam ediyor. ama o kötüleştikçe benim içimdeki bayram tutkusu büyüdü. artık sabahları erken kalkmaktan, iğrenç trafiğin sonunda annanemin (artık yaşlandığı için bayrağı teyzeme devretti), hep beraber kahvaltı etmekten, en güzel giysilerimi giymekten ve sokakta tanımadıklarıma iyi bayramlar demekten çok mutlu oluyorum. yaşlanıyor muyum ne? olsun... eğer yaşlanmak buysa ben bunu da seviyorum demek ki...
herkese bol bol tatlılı (mümkünse ev açması baklavalı), bol harçlıklı (yeğenlerime ben harçlık veriyorum artık- kesin yaşlandım), bol keyifli bir bayram diliyorum.. biz gazeteciler köle olduğumuz için çalışıyoruz-- çalışmayanlara selam olsun!!!

9.9.09

Bu da benden bir Kürtçe açılım

Bizim gazeteden çok saygı duyduğum biri, aşağıdaki "seni seviyorum"a bir katkıda bulunmak istemiş... "Ez jı te hez dıkım"... ben de isteğini kırmayarak not ediveriyorum...

7.9.09

Seni seviyorum...

Dünyanın en güzel sözüdür... hem söylemesi insanı mutlu eder hem de söylenmesi... bundan daha güzel bir söz var mıdır ki dünyada insanı bambaşka bir boyuta taşısın... yoktur, yoktur, yoktur... yani hepimiz gitcez bi gün, valizimizi toplayıp. ne bileyim, yağmur yağıyor, sonbahar geldi... diyorum ki, öyle saçma içi boş balonlarla değil, böyle eylül ya... içimden geldi. diyesim geldi işte... kırmadan, vurmadan, ağlamadan geçen günleri düşünün, sevdiklerini, özlediklerini, arzuladıklarını düşün.. ne çıkar ki desen birilerine.. ne çıkar? bilge der ki: seç beğen al o zaman...

Afrikaca: Ek is lief vir jou!
Arnavutça: Te dua!
Ermenice: Yes kez si'rumem!
Baskça: Maite zaitut!
Bosnaca: Volim te!
Bulgarca: Obicham te!
Hollandaca: Ik hou van je!
İngilizce: I love you!
Farsça: Tora dost daram!
Fince: Mä rakastan sua!
Fransızca: Je t'aime!
Almanca: Ich liebe dich!
Yunanca: S’agapo
İbranice: Anee ohev otakh
Macarca: Szeretlek!
İzlandaca: Eg elska thig!
İtalyanca: Ti amo!
Latince: Te amo!
Norveççe: Jeg elsker deg!
Portekizce: Eu te amo!
İspanyolca: Te amo!
Gallerce: Welsh Rwy'n dy garu di!

Yalnız hasta olunmuyor, ateşe bakacak biri lazım...

Şimdi yaz bitti mi? Geldi mi eylülle sonbahar? Haftasonu nasıl bir grip, nasıl bir grip... bu sinüslerimin artık bir icabına bakma zamanı geldi sanırım. bir ara yüzümün burundan yukarı alnımın sonuna kadar olan bölümünü kesip atasım geldi... sonra masanın önümde kaydığını gördüm. direniyorum, direniyorum, direniyorum... ama sonra bir düşüyorum. gümbürtt diye ses çıkıyor...
anlayacağınız ben bu havaları hesaplayamıyorum. bin metrobüse klima, gel işe klima... sonra da akamayan burun, ağrıyan bir baş, kırılan bir vücut.. hastalık anladım ki bir gün "pik" yapıyor; yani seni gerçekten yataklık yapıyor, ardından da geçiyor işte. aldım antibiyotik, minoset, burun damlası v.b. gibi ilaçları... dizdim işyeri masamın üzerine... hastalığımı yenmeye çalışıyorum...
bir de şunu söylemeden geçemicem. hastayken anladım ki, mutlaka etrafınızda sizden çok daha hasta olduğunu kabul ettirme çabasında olan bir sürü insan oluyor. hayır ben daha kötüyüm, hayır ben daha kötüyüm... ben hiç sevmiyorum saatlerce hastalığımdan söz etmeyi... bi anneme nazım geçer; eee o da olacak o kadar. insan anneyi görünce bir anda salıveriyor kendini fark ettim bir kez daha... onun ateşini ölçmesi, pişirdiği ıhlamur falan bir başka oluyor...
neyse hastalanmak kötü bir şey; ama en kötüsü hastayken yalnız olmak...
o zaman bilge di-yor-ki: yalnızlık allaha mahsustur, sevin sevilin...

Hadi bakalım iyi, güzel, kutlu, mutlu ve huzur dolu bir hafta geçirelim...

6.9.09

Şems'in 40 kuralı

18- Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan'ı tanır...

4.9.09

Bir lokantadan daha alkole elveda.. yakında alkolü de bulamıcaz...


Ramazandan önceydi... Hep yazacaktım ama araya bi şeyler girdi... Neyse yerimiz, Beykozda bir lokanta var. aslında belediyeye ait.. ama alkol mevcuttur.
adı "Beltaş balık lokantası"... beykoz sahilden ilerliyorsunuz, gidin gidin...çubuklu hayal'i geçin; surları geçin; geçin de geçin... solda kalıyor. böyle sahile sıfır bir yer... bir de böyle güzel manzaraya zor rastlanır... en son bir yıl olmuştu gideli. arkadaşım dedi ki hadi balık yiyelim... dedim gel beltaşa gidelim. orada alkol yoktur. yoo, vardı. böyle balıklar ayağının altında geziniyor. muhteşem manzara, açık hava... "valla yoktur gitmeyelim"... "yok bi bakalım"..

daha arabayı park ediyoruz. yanımızda otopark görevlisi. "açıksınız değil mi?"... otoparkçının ilk sözü şu oldu: "açığız ama artık alkol yok"... yani tipimiz mi kronik alkolik gibi gösteriyor anlamamıştım valla... "peki ne zamandır yok?"..."15 gün oldu"...

ne yapalım, artık girmiştik, bi de alkol yok diye çıkılmaz ki. ne bileyim çıkamadık işte. gittik oturduk. mezeler, salata, çupra... yedik de yedik. manzaraya da doyduk... ama işte olmuyor. balık beyaz şarapsız, rakısız olmuyor, olmuyor, olmuyor. gül gibi lokantayı da kendilerine benzettiler işte... gitmem bi daha da... alırım balığımı rakımı evde kurulurum fondu müzeyyen abla..:))

yine de gitmek istiyorsanız, adresi verebilirim.. .manzarası da yukardadır, alkol yerine alın da doyun durun artık:))

Antalya pazarında, sıcağın altında bir gün...



Antalya'ya niye mi gittim? Bizim gazeteyle ilgili bir haber yapmak için... Bir devlet başkanı geliyordu benim de onu karşılamam gerekiyordu.. cumartesi günü öğleden sonra işim bitti... haberleri attık, istanbulla konuştuk... her şey tamamdı. uçak 7de... ne yapcaz? ben dedim pazar gezcem... hava nasıl sıcak? ama ilginçtir hiç terlemiyorsun. istanbul gibi insanı mahveden bi kent değil yani...
bir de sanki antalya'da kimse oruç tutmuyordu. herkes elinde bir cigara, kahveler full... lokantalar tıklım tıklım... zaten o sıcakta susuz nasıl dayanılır bilmiyorum ki? sonra aklıma arabistan, kahire geldi... kahirede mayısta herkes uyuyordu, şimdi oruç da var, herhalde gün akşam 8den sonra başlıyordur diye düşündüm...
neyse resmi giysileri çıkarıp elbisemi giydim... kafamda da bir bandana.. ıslatıp ıslatıp duruyorum, arada da pazar tezgahlarına dalıyorum... bi kere kadın hakimiyeti vardı pazarda.. kadınlar toplamışlar sebzeleri meyveleri ne güzel satıyorlar. sonra çok ucuzdu. 30-50 kuruşa domates vardı...
antalya pazarında hiç görmediğim şeyler de gördüm. ne yapalım biz istanbullular kimi zaman uzaylı olabiliyoruz: örneğin, mor sivri biber... sonra hunnap diye bir meyve... böyle minik susuz, kuru tatlı elma gibi tadı...
gezdim, hepsinden aldım kendime... sıcaktan pişmiş bir halde, uçağa yetişip eve döndüm... ama maceralar bilgeyi bırakmaz ki normal bir hayat sürebilsin.. sonra havaalanında neler geldi başıma... ama artık orası da bana kalsın... yeter artık ciğerimi biliyosunuz...
neyse sözün özü, antalyaya yazın gitmeyin; hele ramazanda hiç... bi de hunnap alın yiyin, diyor ki pazarcı: "kolostor"a iyi geliyomuş.!!!

Erkekler sözüm size: allah aşkına bir dolma sarın... n'olur!!!

Gelen protestolar üzerine söylüyorum. yemeğin adı, "kabak çekirdeği dolması" değil "kabak çiçeği" olacakmış... öncelikle bunu düzeltiyorum..
ardından buradan erkeklere bir çağrım var: yemin ederim kadın olmak zor iş... hele de dolma saran kadın olmak... allahım ilk kez yaptım yemin ederim 3 saatim geçti. aktara gittim baharat almak için. içerde bir erkek müşteri; ev kadını edasıyla "aaa kabak çiçeği dolması mı yapacaksın? aaa o tek yenmez ama yaprak da sarsana" dedi... vardır ya öyle erkekler... genelde emeklidirler onlar. evin her işiyle eşlerinden daha çok ilgilenirler. pazara giden ve alışveriş yapanları kast etmiyorum. mutfağa girip pişirenler vardır ya hani. işte bu amca da öyleydi. bana ayak üstü, yenibahar, fıstık, üzüm almam gerektiğini anlattı detaylı olarak... iyi dedim girdik bir işe bitirelim...
eve geldim, yaprakları haşladım, dolmanın içini hazırladım. tamam işin bu kısmı güzel... kolay... ama asıl iş bundan sonra. al yaprakları içine koy dolma içini.. ama ne kadar koycam. çok koyuyorum yanlardan taşıyor. az koysam "aa içini ne de az koymuş" diyecekler... yemin ederim yaşamımda verdiği kararlar bundan daha kolaymış... neyse göz kararı yerleştirdim. arada da serçe parmağıma bakıyorum, hani derler "aaa bak incecik sarmış" diye... işte benim arkamdan da öyle söylensin diye ne mutlu oluyorum... sarıyorum sarıyorum sarıyorum. yavaş yavaş belim ağrımaya başlıyor. kalın, ince, içi dolu, taştı, az oldu... neyse diyorum bilge, kabak çiçeklerinin içini doldur da mola ver sarmalara... böyle lahana dolmasına benziyorlar, incecik... ama çok güzel renkleri var; sarı sarı...
neyse böylece saatlerim geçiyor... alta sarmaları, üste de kabak çiçeklerini yerleştirip, bir çay bardağı da su koyarak yerleştiriyorum ocağın üstüne...
yarım saat geçiyor ve tabii ki bekleneni yapıp annemi arıyorum. "anne bu ne zaman pişecek?"...
"aaaaa sarma mı yaptın? hayırdır?"... kadıncağız hala alışamadı benim mutfak aşkıma... deli, özgür, çok çalışanım ya ne işim var mutfakta... "anneciğim konu bu değil, girdik bir olaya işte"... "tadına baksana akıllı", "oruçluyum"... "aaaa ucundan bi bak bi şey olmaz. yemeyeceksin ya"... peki. öyle yapayım. evet pişmiş, ucundan ısırdım azıcık... telefonu kapamadan diyorum ki anneme: "yemin ederim bugün anladım ki ev kadınlığı çok zormuş.. canım annem, bu yaşıma kadar bana yedirdiği sarmalar için sana binlerce teşekkür. değerini bi kez daha anladım::)"...
kötü haberim, piştikten sonra fotosunu çekip size gönderemiyorum (onun yerine antalya pazarında çektiğim fotoyu koyuyorum yukarı). bi dahaki sefere artık. o da ne zaman olursa tabii.. bilgenin içinden gelecek bekleyin siz... belki bir ilham gelir... nasıl olduğunu artık yiyenlere sorarsınız.. bulursanız tabii::))
son söz şudur: erkekler; hadi bi de siz sarın da yiyelim...

29.8.09

Kabak çekirdeği dolması ve hünnap


Günlerdir yokum... üfff koştur koştur nereye kadar demek istiyorum..

peki sayın "resimler", sana bir haberim var: yine yollardaydım... antalyaya gittim bu kez... yine geziyorum anlayacağın...

yok tatil değil, iş içindi. zaten antalyaya tatile gidilmez ben anladım. çoooookkk sıcakkkk... biz istanbullular pişeriz orda..

canım, bloğumun en yakın takipçilerinden, dostum asker tunççuğum buralarda olsaydı, ona memleketi antalyayı da anlatırdım. 

neyse daha uzun yapcam.. şimdi zeytinyağlı kabak çiçeği dolması yapmaya gidiyorum iftara... bakalım oktay ustanınki kadar güzel olcak mı?

görüşürüzzz...

(Hamiş: bi de hunnap diye bi şey aldım. anlatcam ne olduğunu resimleriyle:))

21.8.09

Sahur etmek için bir yer mi arıyorsunuz?

Benim çok sevdiğim bir insandır hülya... eski işyerinden bir arkadaşım. grafiker tasarımcı. böyle ne kadar yıkılırsa yıkılsın kafayı kırarsa kırsın hayata hep pozitif bakanlar vardır ya. yüzündeki binlerce çizgiye, üzüntüye ve darbeye karşın hep aynı gülümsemeyi takınmak için inadına dayananlardan. işte öyle benim için hülya...
40 yaşından sonra yine kafayı kırdı ve bu kez bir kafe açtı. bostancı'da... gerçekten tutmasını, iyi işler yapmasını çok istiyorum. hatta ramazanda iftardan sahura kadar açık duracak. yeri nerede mi? şimdi minibüs yolundan kadıköyden geliyorsunuz. bostancıda sağda bir kahve dünyası var. böyle bir sürü ışığın olduğu bir dört (ya da 8) yol ağzı. o ışıklardan hemen soldan karşıdaki yola giriyorsunuz. bir galeriyle çiçekçinin arasındaki sokak. hemen solda "keyfi lezzet noktası" adı... biz bilge'deniz deyin, ön sıralarda yerinizi ayırtın... en azından acılı mercimek çorbası süper söyleyeyim.

Geldi iftarlar sahurlar sofralar güllaçlar...

Geçtiğimiz hafta ürdünlü bir arkadaşım aradı. müslüman ülkelerin ramazan aylarına nasıl karar verdiklerini soruyordu. bana, bana...:)) ben nerden bilebilirdim ki. bana göre hep bi 11 gün geriye alıyoruz o kadar. ama aya bakılıyormuş, yıldızlar izleniyormuş. neyse ona bizim diyanetten birilerini buldum yorum için.
sonra oturdum düşünmeye başladım. cidden ramazan geliyor diye. ben öyle çok dindar biri değilim ama inanırım. hele en çok da ramazana. yani onun verdiği heyecana, kendini arındırmana, günahlardan uzak kalmana.
bizim evde babam tutmaz. kalp hastası. zaten o tuttuğu zaman anneme çift yazıyor, çünkü sabrediyor ya gergin bir erkeğe... erkek kardeşimin haleti ruhiyesine bağlıdır. kimi zaman hiç bırakmadan tutar, ama biraz zora girecekse en önce o kaçar. ablam naif ruh... oralı bile olmaz, ay sonunda zekat fitre ne varsa dağıtır durur. biz annemle iyiyiz ama...
ne güzeldir di mi, gece sahura kalkmak. anneler kıyamaz ya, kalkar masayı hazırlar, çayı demler her şey hazır olunca uyandırır. sonra da zorla yatağa gönderir ben sofrayı toplarım diye.
canım annem...
sonra işyerinde çalış çalış dur... akşamı bekle. benim bünye genelde şöyle çalışır. ilk iki gün gayet iyiyimdir. vücut depoladıklarını yakar. üçüncü gün bayılır düşerim. dördüncü gün tutmam. beşinci gün yeniden başlar ve hiç bırakmam. bizim vücudumla aramızda özel bir anlaşma var. yıllardır böyle.
bakalım bu yıl da başladık bugün itibariyle. hatırlıyorum da eskiden iftara yetişemediğim günleri. bir keresinde bir otobüste kalmıştım. ayaktaydım hem de. çapa'da üniversitenin önünden ilerliyor otobüs. böyle yan yana sıra sıra dizilmiş kafeler. aynı anda sessizce bekleyip aynı anda açan insanlar. ordan geçtiğim anı hiç unutmadım. böyle sanki bir kamera vardı da omuzumda öylece insanları filme çekmiştim.

böyle işte. yine başladık... bakıyorum da iftara 5 saat kaldı. 5 bile değil, 4,30. güzel bir sahur ettik, bakalım ilk iftarı nerde açcaz?

14.8.09

Ata sporuna hayran kalmamak mümkün mü?

Yer: İstiklal Caddesi, Fransız Kültür Merkezi
Konu: Kırkpınar Güreşleri Fotoğraf Sergisi
Yorum: Valla bilge'nin bu pozlar karşısında nutku tutuldu. yorum yapası da kalmadı... size bırakıyor!!!


1000'i devirdik! Darısı 10 binlere!

Bu blogu açtığımda kimse ne yaptığımı anlamamıştı. hala da anlamıyorlar ya neyse... ama herkes bi şekilde girip okuyo onu biliyorum. kim niye mi okuyor şöyle diyeyim... istanbul dışındaki arkadaşlarım neler yaptığımı öğrenmek için, iş arkadaşlarımın bir bölümü (sadece şizofren olanları) hiç ilgilenmiyormuş gibi yapıp gizli gizli merak için, babam sürekli görüşemediğimiz için neler yaptığımı haklı bir duyguyla izlemek için... kimileri de birçoğunuz gibi yüzünü bile görmediğiniz belki sanal belki de gerçek "bilge"yi tanımak için...
benim sakladığım bi şey yok. yani tabii ki var öyle her şeyi buraya yazmam mümkün değil ama en azından yaşadıklarımı paylaşmak güzel bir şey...
ve en güzeli ne biliyor musunuz? artık tıklanma sayım bini geçti!!! yaşasınnnnnn... her gün en azından 40 kişi girip okuyor. yaa hepiniz bir yorum yazsanız yemin ederim süper bir aile oluruz. ama olsun... olsun... emin olun ben ne kadar sanalsam kimilerinize karşı siz de benim için öylesiniz... sanal ama bir o kadar da gerçek! hadi bakalım 10 bine vurunca iyi bir eğlence yapalım. herkes tanışsın!!!
tıklayarak kalın mutlu kalın...

12.8.09

Göteborg'da bir rüyayı gerçekleştirdim: Minik dev adam Bono'ydu karşımdaki

Onlarla ne zaman tanıştığımı inanın hiç hatırlamıyorum. hani hangi şarkısı ne zaman beni alıp da benden götürdü diye şöyle bir düşünüyorum da bulamıyorum... sanırım ingilterede okuduğum dönemdi. her tarafta onlar çalıyordu. her tarafta. sonra toplama bir albümlerini aldım. üzerinde asker kaskı takan bir çocuk vardı. cdyi taktım ve vuruldum... şunu diyordu: love is a temple, love is a higher law... you ask me to enter... but then you make me crawl... i cant be holding on to what you got... when all you got is hurt... one love, one blood, one life!!!
Ben hayatımda her "bir" olmak istedim. hayır en tepede olmak değil, birileriyle "bir" olmak. birlikte olmak, aynısını düşünebilmek, aynı havayı soluyabilmek, aynı gözden dünyaya bakabilmek, "bir"leşmek.. dostlarınla sevdiklerinle ayrılık olmadan "bir" olabilmek... gelin canlar bir olalım gibi bir şey işte...
sonra bir baktım irlandalı bir grup demişti "bir"... ben vuruldum o şarkıya... evet hatırlıyorum da sonuna kadar açıp sesini dostum pınar'la minik yazlığımızın olduğu güzelceyi inletirdik... sonra yıllar geçti ben büyüdüm, u2 da öyle... albümler büyüdü, şarkılar büyüdü... yüzlerce yeni ezgi vardı artık... ama ben hala "one" da kaldım. öyle kaldım...
ve yıllar sonra bir ağustos gününde kalktım gittim ve hayalimi gerçek yaptım. var mıdır sizin de hani "yaa ölmeden şunları bi dinleyeyim" dediğiniz hayal bir grubunuz? benim işte o u2 idi. yok büyütmüyorum, öyle işte ne yapayım.
madem türkiyeye gelmiyor ben de kalktım önce stockholm'e ardından da trenle göteborg'a gittim. kentte her lokanta, her kafe hatta sokaklara yerleştirilen hoparlörlerde U2 çalıyordu. oteller tıka basa doluydu, minik göteborg taşmıştı resmen. bizden bir gün önce de bir konser vermişti ve herkes muhteşem diyordu. kurulan dev platformun oluşturulması 2 gün sürüyormuş. Ullevi Stadyumu'na yürürken yeşil kollarını gördüm platformun. uzay üssü gibiydi.
stada girdiğimizde sanki insanlar şenliğe gelmiş gibiydi. 60 bin kişi vardı. öyle kotla spor ayakkabıyla değil, saten elbiseler topuklu ayakkabılarla şıkşık kadınlar dolanıyordu ortalıkta... bir de herkesin elinde bira. amma alkolik yaa bu isveçliler...
saat 10a doğru çıkıverdi önce adam clayton, ardından diğer iki üye... ve minik dev adam Bono... gözünde her zamanki klasik şeffaf güneş gözlükleri. her taraf inledi resmen. yeni albümden şarkıları eskiler izledi... "still havent found what i am looking for", "city of blinding lights", "vertigo", "beautiful day"...
bir ekran yapmışlar inanılmaz. onlarca plazma ekranı birbirine tutturmuşlar. sahneyi ve seyircileri barkovizyonla yansıtıyorlar ekranlara... ne kadar uzakta olursan ol dev bir televizyondan izliyorsun konseri. sonra o plazmalar birbirinden ayrılıp ters koni gibi aşağı doğru iniyor. rengarenk ışıklar yukarıdan aşağı akıyor... allahım onları izlemekten şarkıları dinleyemedim resmen...
sunday bloody sunday'i söylerken ekranda iran'daki eylemlerin resimleri yansıtıldı. her yer yemyeşildi. sonra 20 yıldır ev hapsindeki myanmar lideri aung san suu kyi'yi andılar ekranda.

gittiler sonra bir ara... bisle geri geldiler. "with or without you" yankılandı stadda. o bittikten sonra da bono, tüm ışıkları kapattırdı ve herkesten bir ışık yakmasını istiyordu. sanki gecenin karanlığında parlayan yıldızlardı onbinler... ve ardından o yıllardır beklediğim şarkı geldi kısık bir bono sesiyle: is it getting better, or do you feel the same?... fonda çalan oydu, "bir" olduk hep beraber, tek yürek tek ses... kimle bilmiyordum sadece dünyanın bir yerlerinde henüz adını koyamadıklarımla...

o anda rüyalarımdan birini daha gerçekleştirdiğimi düşündüm... bir çentik daha attım hayatta. liste hala çok uzun ama olsun... olsun... sevdiğim şarkılarla dopdolu bir gece geçirdim... darısı herkesin başınadır dostlarım...