31.1.12

Çekilmez İstanbul'da biraz romantik takılsak çok mu?-1


An itibariyle Çukurcuma... Bu fotoğraflara ilişkin demlerim aşağıdadır, buyrunuz neden romantik takıldığımızı okuyunuz lütfen. Herkese mutlu akşamlar dilerim..:))

Çekilmez İstanbul'da biraz romantik takılsak çok mu?

Eve gelirken böyle değildi hava. Daha sakindi. Yemeğimi yedim. ardından önce Sevag'ın o mağrur, alçakgönüllü, acılı ama dimdik ailesini izledim CNN Türk'te. Ani ve Garabet Balıkçı'yı. Sonra kapattım. Mutfağı topladım. Bir ara dışarıdan gelen seslere kulağımı kabarttım. Aman tanrım. O gelen sesler de Taktak Yokuşu'ndan kayanlar ve onların fotoğraflarını çekenlere aitti.
Dayanamadım, çıkardım önce videoya çekmeyi denedim. Sonra oturdum camın önüne, kaloriferin üzerine bir yastık, onun üzerine de ayaklarımı uzattım. Slovak bir arkadaşımın getirdiği içinde bir üzümün getirdiği ve artık içmezsem gerçekten fosillenecek olan viskiden bir parça doldurdum. Başladım yazmaya, çektiklerimi yüklemeye... Gariban blekberim ancak yukarıdaki kadar çekebildi. Yalnız flash'ta kar taneleri, gökyüzünde kayan yıldızlar gibi çıkmış. Çok eğlenceli. İki de fotoğraf ekliyorum. Güzel Çukurcuma'dan..
Karın yağışını izlemek insanda niye böyle keyifli bir hava bırakıyor bilmem ki. Mesela insanın sevgilisini arayıp duygusal nuktelerde bulunması, dostlarıyla içindekileri paylaşası geliyor...
Gerçi doğu illeride yaşayanlar biz İstanbullularla acayip dalga geçiyorlardır eminim. Onlar karla 5 ay yaşıyor, biz 5 günde kendimizi dünyanın en romantik insanı ilan ediyoruz.
Geçin dalganızı valla, hak ediyoruz. Hem de dibine kadar... Ne yapalım İstanbul, sizin oralardan farklı olarak sıkıcı, yorucu, insanı her gün 1 ay yaşlandıran, mutsuz eden bir kent. Ve gerçekten biz zavallılar kendimizi mutlu edecek minicik bir şey bulunca sımsıkı sarılıyoruz. Yoksa yemin ederim çekilmez bu İstanbul, haksız mıyım?

Etli ekşili acılı dolma, tepside kar keyfi ve bembeyaz İstanbul









Kar İstanbul'a çok yakışıyor değil mi? Yani biz karın beyazlığını 40 yılda bir gördüğümüz için acayip bir neşelenme durumu söz konusu. Bakakalırım giden karın ardından yani...
Ben de dün akşamımı evde camdan dışarıyı seyrederek ve de ekşili etli dolma yaparak geçirdim. İşe yakın olmanın güzel bir avantajıydı sanırı, buradakiler evlerine 4 saatte varırken benimkisi 40 dakikayı bile bulmadı:)) Biraz nispetten bir şey olmaz değil mi?
Boğazkesen'deki kasabımdan yağlı tek çekilmiş kıymamı aldım. arabamı kapalı otoparka sağsalim bıraktım. eve girdiğim gibi kendimi mutfağa attım. önce kuru patlıcanlar ve yapraklar suyla ateşe konuldu. sonra bulgur ile pirince sıcak su eklendi. soğanlar kıyıldı, nar ekşisi, kimyon, bol acı ekledkten sonra hepsini kıymayla birleştirdim. yoğurdum yoğurdum. bu arada cüneyt özdemir'in programında balıkçılar birbirine girmişti. çok komiklerdi.
neyse patlıcanların içini doldurdum. geri kalanları da yaprak sarmanın içine güzelce yerleştirip kapattım. düdüklünün dibine önce dolmaları, üzerine de yaprakları koyup ateşin üzerine koydum. Yanına da köy tarhanası kaynattım. Ayıptır söylemesi tarhana belki basit bir yemek, ama dolmam süper olmuş!!!
Sofraya tek otursam da yemek yapmanın benim için bir tutku, mutluluk, keyif olduğunu söylemeliyim. İnsan kendisi için de güzel şeyler yapabilmeli bence. Bunun keyfini sürmek ne güzel...
Neyse sonra dışardakilerin çığlıkları geldi. Çukurcuma'dan Cihangir'e çıkan dimdik bir yokuş var: Taktak Yokuşu. Orası tamamen kardan kapanmıştı. Çoluk çocuk bütün mahalleli de tepsiler, poşetlerle aşağı kayıyordu. Sonra baktım bizim Çukurcuma Caddesi de tamamen kapanmış. Taksiler bilmeden girince, geri çıkmak için epeyce uğraştılar. hayır düşseler antikacıların bahçesine düşecekler. Bir daha da çıkmaları neredeyse imkansız. İmdatlarına da çöpçüler yetişti. Şöyle bir görüntü: üç çöpçü bir taksinin ön kaportasına yapışmış, şoför geri vitese takmış. ağırlık yaparak geri geri çıkmaya çalışıyor. Tam 15 dakika sürdü çektiği pati. Ama yine de izlemek çok keyifliydi...
Sabah da robot gibi üst üste giyinip önce Tophane'ye ardından da Kabataş'a kadar yürüdüm. Öyle güzeldi ki manzaram. Sağ tarafımda nargilecilerin bembeyaz bahçesi, sonra iskele, solumda ise tarihi binalar... Beyoğlu'nda oturmak çok güzelmiş. Hele de kar yağınca tadına doyum olmuyor. Darısı şehir merkezinden teeeee uzaklarda yaşayanlara diyorum...

30.1.12

Dünyanın en cesur aileleri-LGBT ebeveynler bir arada!




Geçtiğimiz pazartesi günü kimilerine ilginç, kimilerine farklı, kimilerine çirkin, kimilerine ise önemli gelebilecek bir basın toplantısına gittim. Belki herkes gibi sıradan, ama aslında herkesten çok farklı hikayelere sahip anne ve babalar vardı. Onların çocukları eşcinsel, lezbiyen ve trans'tı. Hiç kimse bu yazıyı okurken "bana ne" veya "Nasılsa benim başıma gelmez" dememeli. Bu zaten birilerinin başına gelebilecek bir rahatsızlık değil, su içmek kadar hayatın doğal bir seyri işte.

Onların bir araya gelme nedenleri LISTAG adlı bir grup oluşturmaları. Hani bazı zamanlar olur da kendinizi yalnız hissedersiniz. ama bir gün yalnız olmadığınızı ve sizin gibi daha onlarcasının da olduğunu görürsünüz. İnsan paylaştıkça büyük ve güçlenir. 3 yıl önce işte bu nedenle bir araya geldi eşcinsel ve trans aileler. Kendilerine de LISTAG dediler.
Birinin oğlu trans'tı. "16 yaşında yanıma geldi ve artık kız olmak istediğini söyledi. Şaka yapıyor sandım. Bunun gerçek olmadığını, rahatsız olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini söyledim. Ama dinlemedi. Asla kabul etmedim. Camilere gidip adak adadım, kiliselerde mum yaktım. Gitmediğim bilmem yatır, türbe kalmadı. Tek istediğim oğlumun benimle kalmasıydı. Ama olmadı. Defalarca kendisiyle görüşen doktor en sonunda beni çağırdı ve dedi ki: oğlunuz bir trans. bunu değiştiremezsiniz. size en iyi tavsiyem onun yanında olun..." İşte bir anne böyle başladığı macerasında oğlunun yanında oldu. Önce onu okuldan aldı. Ardından ameliyat olmasına yardımcı oldu. Hormon tedavilerinin sonucunda artık bir kızı vardı onun. Pembe kimlik aldı, dışarıdan üniversiteye girdi. "Çok çektim ama güzel bir kızım oldu. Mutluyum" diye anlattı. ben de büyük bir merakla dinledim.

Bir başka çift ise oğullarının eşcinsel olduğunu öğrendikten sonra bunu tam 10 yıl boyunca aile içinde gizlemiş. Oğulları birçok eylemde en ön sırada yer alsa da kendileri hep kapalı kapılar ardında durmayı tercih etmiş. Ama aile dedikleri nedir; dağılmaması için ne yapılır? Önemli olan hep birbirine destek olmak değil midir? İşte bu nedenle artık oğullarının yanındalar. Bütün eylemlerde en öndeler. Başta sayıları bir elin parmaklarını geçmezken bugün bu sayı 150'ye ulaşmış durumda. Hem de sadece İstanbul değil, Sivastan, doğu illerinden de çocukları LGBT olan aileler dernekte daha fazla bilgi alıp çocuklarının yanında olmaya çalışıyor.

Gelelim geçen haftaki basın toplantısına. Bu aileler "bizi herkes anlasın" diyerek bir belgesel hazırlamaya karar verdi. Yönetmenliğini Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Can Candan yapıyor. "My Child" (Benim Çocuğum) isimli belgeselin çekimlerine başlandı. Aileler yaşadıklarını, açık yüreklilikle söyleyip tüm Türkiye'nin kendilerini anlamasını istiyor. Ancak filmin çekimleri için finansa ihtiyaçları var. İnternet sitelerinde bir adres ve hesap numarası var. Lütfen hepimiz büyük küçük destek verelim. email adresi: http://www.listagfilm.com/

27.1.12

Sevag Şahin Balıkçı davasında bomba iddia


Bu haberi duymuştum ve yazmayı bekliyordum... Benim için gerçekten çok önemliydi. 24 Nisan'dan bu yana Sevag Şahin Balıkçı'nın öldürülmesiyle ilgili davayı yakından takip ediyorum ve tarafsız haberler yapmaya çalışıyorum. Hem Sevag'ın ailesi hem de zanlının ailesiyle söyleşiler yaptım. Hatta katil zanlısı Kıvanç'ın ailesiyle görüşen tek gazeteciyim. Bence her iki tarafla da konuşmak çok önemli. Belki onlar bir canı kaybetmediler Balıkçı ailesi gibi, ancak hangi anne oğlunun eğer suçlu bulunursa katil olarak cezaevine gitmesini ister ki...
Ancak bir de ortada gerçekler var. Tanık ifadeleri var. Karakolda herhangi bir kamera olmadığı için olayı açığa çıkaracak tek kanıt tanıkların ifadeleri... Daha önce zanlının silahı doğrultup doğrultmadığını görmediğini belirten tanık Halil Ekşi ifade değiştirdi. Hatta kendisinin Kıvanç'ın ailesi tarafından yönlendirildiğini mahkemede çekinmeden anlattı. En önemlisi de silahı çevirip tetiğe bastığını söyledi.
Bu büyük bir olay. Tanık yönlendirmek, delilleri karatmaya çalışmak suçtur. Bunun ispatlanması halinde yeni soruşturma açılabilir. Sevag'ın ailesinin avukatı İsmail Cem Halavurt, zanlı Kıvanç Ağaoğlu'nun tutuklanmasını talep etti. Ancak en önemlisi davanın iki ay öne alınması. Bence bir askeri mahkemenin böyle bir karar alması çok önemli. Acaba gencecik Sevag, Ermeni olduğu için mi 24 Nisan'da öldürüldü? Pazartesi günkü duruşma bu açıdan çok önemli. Belki tutuklama gelmeyebilir - ki herkes serbest yargılanma hakkına sahiptir - ancak eğer tanık ifadeleri bu yönde değişirse sonuç bambaşka çıkabilir. Ne diyelim, ben gerçekler ortaya çıksın isterim. Benim tek görevim bu. Umarım yazdıklarım bir yerlere ulaşır...
Saygılar, sevgiler...
Haberin linki: http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/01/27/sevagin-olumundeki-sisi-dagitan-pismanlik

23.1.12

Köprüleri masaya yatırdık. Yazdık çizdik ve sonunda kapanmayacak. Bu da güzel haber


İki gün üst üste yaptığımız haberlerin ardından Ulaştırma Bakanı "artık kapatma olmayacak. kısıtlama gelecek" dedi. Bu da güzel bir şey, en azından çalışıp didinip yaptığımız haberler dikkate alındı. Zaten bir köprünün bir yıl kapatılması ne komik değil mi? Twitter'da birisi çok komik bir şey yazmıştı: "ben zaten köprüyü hiç açık görmedim ki"
e çok da haksız değil... allah kimseyi her gün o köprüden sabah akşam geçmek zorunda bırakmasın... bırakanlara da sabır versin. ne diyeyim... benden uzak Allah'a yakın olsun. Amin!:)

Cumartesi ve Nihat Bey...- Küpür

Cumartesi ve Nihat Bey...


Biz haftada 6 gün çalışıyoruz. ne yazık ki. "normal" insanlar yataklarında cumartesi keyfi yaparken biz yollara düşüp işe geliyoruz.
5 güne indirme çabalarımız sürecek sonuna kadar. ancak tek başına değirmenlere karşı koşunca olmuyor ne yazık ki. şimdilik böyle ama. bizim için dua edin...
yine de cumartesileri genelde biraz daha rahat olur. deli gibi iş olmaz... sakindir, gelecek haftanın haberleri toplanır, neler yapılır diye bakılır. okunmamış makaleler, kenara atılmış haberlere yeniden bakılır...
ben de öyle rahat bir cumartesiye başlayacaktım ki "köprülere bakım için bir yıl kapatma gelecek" haberimle ilgili telefon üzerine telefon gelmeye başladı. gerçekten insanlar sabah sabah gazete okuyup telefona sarılıyorlar. güzel bir şey bu:))
ben dünyadaki durumu incelemiş, ardından da bunu kaleme almıştım. sonra köprüyü yapan şirketin türkiye müdürü Çetin Gümüşoğlu ile konuştum. ilk haberin cumartesi günü sürmanşet, ikincisi de pazar nüshasında ikinci manşet oldu.
ardından masa telefonum çaldı ve "Bir misafiriniz var" dedi danışmadaki görevli. oysa ki kimseyi beklemiyordum. işlerimi bitirip aşağı indim. baktım ki yaşı başını almış eski İstanbul beyefendisi biri dosyayla oturuyor. İnsan böyle birini görünce olmayan ceketinin düğmelerini iliklemeye çalışıyor resmen. Hemen yanına gittim ve "vaktiniz varsa bir projemi sizinle paylaşmak istiyorum" dedi nazikçe. Hemen buyur ettim 7'inci kattaki masama. Başladı "ikiz köprü" projesini anlatmaya. Öyle dinç, öyle hayat dolu, öyle İstanbul aşığıydı ki... Haberi yazdım, bugünkü sabah gazetesinde geniş yer buldu. Ancak her şeyden öte 80 yaşındaki Prof. Dr. Nihat Güner'i tanıdığım için mutlu oldum. "Ne kadar genç gösteriyorsunuz" diye sorduğumda işaret parmağıyla başına vurdu ve dedi ki "Bunu çalıştırıyorum da ondan". Sakin bir sesle dedi ki: "Sen de çalıştır hiç durma. Bu durduğu gün ben de ölürüm."
Kendisine hayran kaldım. Bu sabah beni arayıp haber için teşekkür etti. Oysa ki ben ona kendisini tanıdığım için müteşekkirim. Bizim mesleğin en güzel yanı da böylesi güzel insanları tanıma ayrıcalığımız... Seviyorum ben bu işi bee.:))

Not: Fotoğraf Şuheda Aykut tarafından çekilmiştir.

22.1.12

"Abla Hrant Dink de ne?"

Gazeteler var, televizyonlar, internet...artık bir olayın yaşanmasının ardından gizli kalma olasılığı o kadar düşük ki...

peki gerçekten neler biliniyor. örneğin biz yazıyor çiziyoruz da aralarından hangileri okunuyor?paylaşılıyor?


Hrant Dink için yürürken öyle ilginç bir şey oldu ki anlatmazsam duramam... eylemin bir yerinde gazeteye dönmek zorunda kaldım. elmadağ'ın arasından dolapdereye inmek üzere köşede ben ve yanımdaki arkadaşlarımla beklemeye başladık. o anda hemen yolun köşesinde çocukları gördüm. hepsi tek sıra halinde demirlere tutunmuş eylemi uzaktan izliyorlardı. en önde de öğretmenleri vardı. belli ki kalabalıktan çekinmişlerdi.. tabii ki artık genlerime işlemiş merakla sordum:
- "niye orada bekliyorsunuz çocuklar?"
- "biz geziye geldik ama yürüyüşü görünce durduk."
- "e siz de katılsanıza"
- "öğretmenimiz izin vermez. hem çok kalabalık"
- " peki o zaman bekleyin" deyip gidiyordum ki o inanılmaz soru geldi...
- "ablaaaaaaaaaaaa"
- "efendim"
- "kalabalığı anladık da hrant dink neeeee?"
- ........................................

Durdum. öylece yaşları 9-10 arasında değişen çocuklar bana bu soruyu sordu. ben de hiç duymadınız mı diye sordum. "haaaaaaaayııııııır" dedi hepsi bir ağızdan! yani şimdi nasıl anlatacaktım? koskoca bir olayı mahkemeyi, cinayeti, ermeni sorununu çocuklara söyleyebilmek için hangi en basit cümleyi kuracaktım? "ermeni" desem hiç anlamayacaklarını düşündüm. attım ermeni'sini... kaldı geriye "gazeteci"liği.. "bir gazeteciydi. öldürüldü. biz de ona çok üzüldük" diyebildim. "hrant dink de ismi" diye ekleyiverdim.

"aaaaaaaaaa yazıkkk" dedi birkaçı. "yani hiç mi duymadınız bu ismi?" diye sorduğumda, "hayır" deyiverdiler...
hepsine baktım, resimlerini çektim ve taksiye binmeden dedim ki "söz verin öğretmeninize ve akşam eve gidince de annenize soracaksınız hrant dink kim diye, oldu mu?"
"sööööööööööözzzzzzzzzzzzzzzzz..."

umarım her biri sözünü yerine getirmiştir... ne demiş MFÖ: benim hâlâ umudum var....

Hrant için... Adalet için... (ikisini de öldürdüler ama..)



Merhabalar..

ne zor geçti bu hafta. niye mi? kimi zaman insanın etrafında, ülkesinde olanlar gönülden yaralar. yani illa ailesi, sevgilisi üzmez ki insanı. bazen hiç tanıma şansı bulamadıklarının başına gelenler de acı verebilir...
5 yıl önce bir ocak günü içim üşüye üşüye, ama asla yorulmadan şişli'den kumkapıya kadar yürümüştüm. 100 bin kişiyle birlikte. bir gazetecinin, ermeni bir gazatecinin, bu ülkeyi senden benden belki de herkesten çok daha fazla seven bir ermeni gazetecinin alçakça ensesinden vurularak öldürülmesini lanetlemek için...
bu hafta da yine bir ocak günü, yine içimiz titreye titreye bu kez taksim'den şişli'ye yürüdük... ben onun gibi bir gazeteci değilim... belki kendine gazeteci diyenlerin birçoğu onun kadar cesur olamadı, olamayacak da... yazdıklarını, söylediklerini anlamayacak kadar sığ ve cahiller tarafından yok edildi gitti... yattığı yer cennet olsun, gittiği o yerde umarım huzur içinde yatıyordur..
bir yerlerde adalet hala varsa - ki herkes bundan şüpheli- belki gerçek katillerini bulurlar... öldürmek sadece tetiği çekmek değildir ki. biz biliyoruz onların kim olduğunu. eğer siz de öğrenmek istiyorsanız halen cezaevinde olan o gerçek gazetecilerden olan Nedim Şener'in Kırmızı Cuma kitabını okuyun... Üzgünüm, kızgınım, kırgınım.. bu hafta konuştuğum bir arkadaşımın söylediği söz aslında bütün hislerimin tercümanı oldu: biz hep kaybetmek zorunda mıyız yaa???

4.1.12

İki sevdiğim haberim...


Biz büyüdük ve kirlendi dünya...

(Fotoğrafı Lizbon'da çekmiştim. Saate bakıp da zamanın nasıl hızla geçip gittiğini hatırlayalım diye koydum...)

Sabah gazeteye erken gelirim. yılların alışkanlığı. hatta erken gelebilmek için tee dibine taşındım. bu aralar arabama da kavuştuğum için keyif yapa yapa evden çıkıyorum. güzel bir duş, kahvaltı, filtre kahve, televizyonda haberler. benim için artık sabahları bir ritüel oldu bu. geçenlerde okudum da günün en önemli olayı kahvaltı ve sabah evden nasıl çıktığınmış. hiçbir zaman "aaa yataktan kalkıp giyinip hemen evden çıkıyorum" tiplerden olmadım. sevmiyorum aceleyi. rahat rahat... sindire sindire yaşamak güzel. zaten hayat yeterince zor, sıkıcı, kasıcı ve panik içinde geçiyor. bari evde kafamı dinlediğim saatler çok olsun değil mi?
Sabah da 10 dakikada işyerindeydim... sabah sağımda deniz manzarasıyla Dolmabahçe'den gelmek insanı rahatlatıyor. malum gerginlik kötü şey... en azından gözümün açılsın, gönlümüzün açılamadığı zamanlarda değil mi?
neyse işe geldim ve çayımı içmeye başladım. ardından da diğer bir ritüel: gazetelerin okunması.. biz şanslıyız, birçok işyerinde iş saatlerinde gazete okumak işten atılma nedenidir. bizde ise okunmadığı zaman haşlanabiliyorsunuz:)) ee şans tabii...
neyse her gün bazı haberler gözüme takılıyor. hepsini bitirdikten sonra aklımda çok azı kalabiliyor. bugün kalansa radikal'deydi. Büyümekle ilgili... başlığı"Kabul edin artık bir yetişkinsiniz" şeklinde. madde madde büyüdüğümüzün belirtilerini yazmışlar... Ben en çok "ailemle vakit geçirmeyi, yemek tarifi paylaşmayı ve salaş otellerin yetmemesini" sevdim.. Bakalım siz hangilerini seveceksiniz. Buyrun okumaya.. (yazının başlığı da güzel insan Murathan Mungan'dan alıntıdır.)

Güzel evleri olan arkadaşlarınızın sayısı artıyor
Arkadaşlarınız birer birer güzel evler alıyor ve bu evleri ‘gerçek mobilyalarla’ dekore ediyor. Artık gerçek şarap kadehleri, gerçek tablolar var. Duvara yapıştırılmış posterler de kayboldu. Sanki arkadaşınızı değil de arkadaşınızın ailesini ziyaret ediyor gibi, değil mi?

‘Ailemle vakit geçirmek gibisi yok’
Meğer aileyle vakit geçirmek nasıl da keyifliymiş! Özel günlerde, yılbaşı, bayram vs. demeksizin onlara koşup, çılgın partiler yerine çeşitli sosyal medya sitelerinde annenizin ya da dedenizin ne kadar eğlenceli olduğuna dair paylaşımda mı bulunuyorsunuz?

_________________________________________________________________


Artık daha çok yorgunsunuz
Beatles şarkısı gibi bir ruh hali olsa gerek: ‘Biliyorsun bütün gün çalıştım, senin için para kazanmak ve sana bir şeyler alabilmek için’. “It’s been a hard day’s night” diye devam eder. Artık sorumluluklarınız farklı. Para kazanmak, evinize ekmek götürmek zorundasınız.

Kolesterol testleri başladı
“Yaşasın, hastayım ve okula gitmiyorum” devri sona erdi. Devir “Uyanmam gerek yoksa işe yetişemeyeceğim” devri. Kol ve bacak ağrılarında hissedilir bir artışla birlikte çekmeceleriniz kas gevşeticiler ve günlük vitaminlerle dolu. Doktor ziyaretleriniz sıklaştı; hayatınıza kolesterol değerleri, tansiyon gibi gündemler girdi. Spor yapmak da artık bir ‘zevk’ değil, ‘zorunluluk’...

Kutlamalar da farklılaştı
Çocukken yaşadığınız yılbaşı hediyesi heyecanının yerini ‘Oh be yarın işe gitmiyorum’ düşüncesi almış durumda. Hediyeye dair hissettikleriniz daha çok ‘Kimseye hediye alacak param kalmadı’ boyutunda. Bayramlarda da zaten artık harçlık alan taraf değilsiniz zaten...

Cool değilsem kime ne, kime ne!
Belki hâlâ dinliyorsunuz ve yeni trendler yetişemeyeceğiniz kadar hızlı ilerliyor. Kıyafetler, müzik, mekân… Bir şeyler sürekli konsept değiştirirken hepsini yakalamak yorucu, değil mi?

Yonca Evcimik’i bir tek siz mi anımsıyorsunuz?
Sizin çocukluğunuzda Yonca Evcimik’in kasetlerinin üzerinde ‘dansçı’ yazardı. 20’li yaşlarda bir yakınınıza sormayı deneyin, Abone dansı, Oya Bora, Çıtır Kızlar ya da Yasemin Evcim ona bir şey ifade ediyor mu? Bu arada itiraf edin, siz de ‘zamanında’ dinlemiştiniz.

Çocuk filmlerindeki ‘haylaz’ karakterleri eleştirmeye başladınız
‘Evde Tek Başına’ serisinin Kevin’i, nasıl da ‘kral’ çocuktu değil mi? Bugün “Ben o çocuğun ailesinin yerinde olsaydım onu askeri okula gönderirim”e döndüyseniz, ding dong! Çanlar sizin için çalıyor.

Kırışıklıklarınız iyice gözünüze batıyor
Sayıları giderek artıyor olabilir. Bu da sizin son zamanlarda aldığınız kremlerin büyük bölümünün ‘yaşlanma karşıtı’ olmasına sebep oluyor.

Doğmamış çocuğunuza bakıcı aramaya başladınız
Belki daha evli bile değilsiniz ama çocuk yaparsam kim bakacak, nasıl olacak, hangi okula gidecek gibi sorularla boğuşuyorsunuz. Yakın arkadaşlarınız arasında pusetle dolaşmaya başlayanların sayısı artıyor. Etrafta gördüğünüz çocuklara daha bir sempatiyle bakmaya başladınız... ‘Ebeveyn’ olmaya doğru hızla yaklaştığınızın farkında mısınız?

‘Ben üniversitedeyken’le başlayan cümleler sıklaştı
Üniversiteli gençlerle karşılaştığınızda, öğrenci eylemlerine falan denk geldiğinizde aklınıza kendi üniversite döneminiz, ‘hızlı yıllarınız’ mı geliyor? Uzun uzun anılarınızı anlattığınız oluyor mu? Bir hesap edin bakalım, siz kampüsleri dolduralı kaç on yıl geçmiş?

İçtiğiniz içkiler, eğlenme tarzınız değişiyor
O eski halinizden eser yok ve siz artık o parti insanı değilsiniz. Sabahları bulan partilerin sayısında epey bir düşüş var. Artık öğrenci şarabı değil daha kalite şaraplar alıyorsunuz. Dışarı çıkıp ‘tepinmektense’ sakin bir restoranda, hafif müzik eşliğinde sohbet etmeyi, mümkünse kalabalığa hiç karışmadan küçük ev partilerine takılmayı tercih ediyorsunuz. Evet, bir yaştan sonra gece hayatı yoruyor...

Annenizle yemek tarifi paylaşmaya başladınız
İlkgençlik yıllarınızda anneniz sizi mutfağa sokup tarif vermeye çalıştığında bunalırken, şimdilerde mutfakta daha çok zaman geçirmeye mi başladınız? Kitaplığınızdaki yemek kitaplarının sayısı artıyor, internetteki yemek bloglarında da hatırı sayılır bir vakit mi geçiriyorsunuz? Annenizi arayıp tarif alıyor ve kendi küçük buluşlarınızı onunla paylaşıyor musunuz? Arkadaşlarınıza ziyafet çekmek en çok zevk aldığınız sosyal etkinliklerden biri mi yoksa?

Salaş pansiyonlar artık yetmiyor mu?
Bir sırt çantası, en ucuzundan bir pansiyon ve eğlenceli bir ekip ‘tatil’ kelimesinin karşılığını dolduruyordu bir zamanlar kuşkusuz. Gözünüz şık butik otellere, konforlu tatil köylerine, yurtdışı turları ilanlarına kaymaya başladıysa utanıp çekinmeyin, haliniz gayet anlaşılır...

Bireysel emeklilik hesabı
Çoktan bir bireysel emeklilik hesabı oluşturduysanız, emeklilik günleriniz için birikim yapmaya başlamışsınız demektir. ‘Elden ayaktan düşünce beni idare etsin’ önlemi olan bu yöntem, planlarınızın çoktan değiştiğinin sinyallerini verir. Ne diyelim, kabul edin ve tadını çıkarın... Yetişkinlerin dünyasına hoş geldiniz!

Yüzyılın videosu!!!

Ankaradan bir dostum twittera koymuş.. koptum sabah sabah. hiç gülecek halim yoktu. Allah seni çok yaşatsın Duygucuğum...
Dıttırı dıttırı bölümüne dikkat!

3.1.12

Yürekli bir Yeni Yıl dilerim


Hepinize bu muhteşem fotoğrafla iyi yıllar dilemek istedim!!! Geçen günlerde önümde giden kamyonun fotoğrafını kaza yapma tehlikesine karşın çektim... Çekmezsem ölürdüm- gerçekten... Bende bu yürek yok valla ne diyeyim:)))