27.5.10

Cennet bu mu ne?


Sabah kahvaltıdan sonra sordum resepsiyondaki kadına: "otelde bisiklet var mıdır kiralayabilir miyim?" "ne kiralaması, buyrun istediğiniz kadar kullanın..."

işte sabah 9da başlayan bisiklet gezintim akşam 10da sonlandı. ne kadar özlemişim... sokaklarda tekerlek üzerinde gezmeyi. dümdüz bir kent aarhus... herkes ama herkes bisikletli. hamile bile gördüm bisiklet kullanan... bir ara yanlış yöne dönünce yedim kornayı ama olsun... giydim minicik eteğimi, topuklu botlarımı... ne kadar keyifliymiş yaa kimse seni dikizlemeden öyle gezinmek... bisikletin tepesinde... valla çok mutluyum...
keşke istanbulda böyle olsa... keşke... ancak rüyalarda sanırım...

25.5.10

İstanbul'un güneşini bırakıp Danimarka'nın soğuğuna geldim!

Türk lokantası ve dansöz... Süper bir karışım valla ne diyeyim. Burada bile buldu beni yaaa!!!
Akşam saat daha 8de çekilmiştir bu fotoğraf. Aarhus'un en "işlek" alışveriş merkezi nasıl işlek ama di mi? Bunlar İstiklal'e gelince o yüzden kendilerini kaybediyorlar galiba...
Burası da bisiklet otoparkı. Yemin ederim ki bisikletlerin ancak 10'da biri kilitliydi. Öyle bırakıp gidiyorlar. Kurban olayım yaaa...
Gördüm ki bizim babanelerin yazmaları burada da moda olmuş!!!

------

Ben anladım bu blogu en çok yurt dışındayken seviyorum. Evimden uzaktayken yazmak sanki bana daha güzel geliyor. Sanki bir yanımı oradakilere bu yazı sayesinde bağlıyorum. Kimseyle dakikalarca burada yaşadıklarımı konuşamayacağıma göre ben de buraya yazıyorum...
Neyse, yine buraya yazdığıma göre yollara düşmüşüm demektir. Yine bir haber için kaçtım uzaklara. Bu kez buzzzzz gibi 10 derecelik sıcaklıktaki Danimarka'dayım. Niye mi geldim? Özel bir haber için. Ne olduğunu dönünce okursunuz. Bir müdürüm, bir iki arkadaşım dışında bilen yok. Annemlere bile söylemedim işte. Komik o yüzden!!!
3,5 saatlik uçak yolculuğunun ardından Kopenhag'a indim. Ancak Aarhus denilen ülkenin teee batı ucundaki kente gelmek için 4 saat de tren yolculuğu yaptım. Anlayacağınız sabah 6 buçukta evden çıktım, otele girdiğimde türkiye saatiyle 5'ti. neredeyse 11 saat yoldaydım. Yurt dışına gidip de "ohhh ne güzel geziyorsun. valla sendeki hayat kimsede yok" diyenlere buyurulur. Valiz aç kapa, in bin otobüs, tren, çek çek bavulu. Yürü yürü yürü... Gerçekten cennet midir acaba bu yaşam bilemiyorum...
Neyse ben havaalanında tren istasyonunda Aarhus'a gidecek treni bekliyorum. Trenler gidiyor geliyor ama ben hiç üzerinde Aarhus yazanını göremiyorum. Yazık yanımda duran çocukcağıza sordum, hangisi gider o taraflara diye. Meğerse genç de Aarhus'ta üniversite okuyormuş. Böylece tam 4 saatlik yolculuğumun sıkıcı geçer korkusu ortadan kalktı. Biz bir sohbete koyulduk ki sormayın. Yok Bilge'nin çenesi düşmüştür diyenlere yeminimdir ki genç benden daha çok konuşuyordu. Üniversitede Japonca okuyormuş, ileride Japonlarla iş yapan uluslararası bir şirkete danışmanlıkmış hayali. Anlattı, Japoncanın yazılışlarını, okunuşlarını, kültürünü. 6 aylığına Okinawa'ya gidiyormuş seneye. Sonra bir baktım bir ayakkabısının ucu yarılmış, bir macunla yapıştırmış. Bu ne derken meğerse kay kay yapıyormuş ve kay kayı döndürürken ayakkabı aşınırmış. Çareyi de macunlamakta bulmuş. Sonra bir de internet üzerinden içki satan bir şirket kurmuşlar arkadaşıyla. Gece 11'den sabah 4'e kadar evlere içki servisi yapıyorlarmış. Yılda binlerce euro kar ediyormuş... Ben böyle işimi, geliş gidiş saatlerimi, kazandığım parayı ve yaşımı gözümün önünden geçirdim. Bu çocuk sadece 20 yaşındaydı ve neler yapmıştı. Valla hayran kaldım kendisine...
Neyse en sonunda vardık Aarhus'a... Valla ne diyeyim şanslıydım ki dünyanın öteki ucunda yine ilginç birini tanımıştım. İşte bu yüzden seviyorum tren yolculuklarını...
Sizi birkaç Aarhus resmiyle başbaşa bırakıyorum. Çok çekemedim özürler, ama çok ama çok yorgunum. Uyuyayım artık...

5.5.10

Bıçak altına yatıyorum:((

Çirkin biri değilim sanırım. Öyle mankenler gibi güzelliğim de yok. Ama ortalama gibiyim. Ne bileyim işte. Ama insanın kendinde beğenmediği bir sürü şey oluyor. Mesela ben küçükken kulaklarım kepçe diye saçlarımı hep açardım. Toplayamazdım. Zamanla takmamaya başladım. Ne komikmişim, okula giderken saçlarımı toplasam da yanlardan biraz bırakırdım ki kulaklarım gözükmesin... Sonra dişlerim çarpık çurpuktu. üstten yandan arkadan önden minik damağımın her bir ayrı yerinden farklı yerlerden dişler çıkmıştı. neyse babamın binbir iknasıyla tel taktım. 3,5 yıl neredeyse dişlerimin üzerinde acayip çıkıntılarla dolaştım. böyle damağımı genişlettiler, bir şeyler sokup çıkardılar, çektiler, düzelttiler. çok çektim ama. hem acı hem de psikolojik olarak. yani 14 yaşında bir kızın dişlerinde tellerle ergenliğe girmesi ne feciymiş. neden kimsenin beni beğenmediğini bayağı bir sorguladım megerse olay tellerdeymiş:)... neyse sonra onları attım, saçlarım uzadı, boyum da... değiştim, değiştim. artık büyüdüm, artık 30lu yaşlarında gezinen hayattan zevk alan ve bol bol süslenip kendisine bakan biriyim...
ama sorunlar bitmiyor. bu kez da başıma burun ameliyatı çıktı. böyle kıkırdağı çıkarıp düzeltip takacaklar, sonra boğazımda hızlı ve yanlış konuşmaktan ötürü oluşan nodülleri alacaklar... 15 gün de rapor alacakmışım. böyle gözler falan şişiyormuş... igghhh.. yıllardır kaçtığım ameliyattan artık kaçamayacağım sanırım. dün florence nightingale hastanesine gittim. prof. dr. mehmet tınaz muayene etti beni. adamın da masasında insan tıpla ilgili bir şey bulamaz mı? her yerde tenis ödülleri. baktım google'dan ne arasam Hülya Avşar haberi geliyor. Meğerse TED yönetim kurulu başkanıymış doktorum ve avşar'ın oynadığı turnuvaları organize ediyormuş. pek faal bir doktorum var. yine buldum kendim gibi birini. "peki burnum nasıl gözükecek? bir fotoşopla gösteremez misiniz?" dedim, "Ben öyle çalışmam" diyerek cool bir havayla beni sindirdi. sindim valla zaten alçak olan koltuğa. sonra elime nodüllerimin olduğu bir röntgeni, bir de tomografiyi verip gönderdi. üfff korkuyorum ben bu ameliyattan. böyle burnum değişmez inşallah. bir de 15 gün rapor nedir yaaa? neyse şeriatın kestiği parmak acımazmış; ya da tenisçi doktorumun attığı neşter:)

4.5.10

Danny Vinyard:


"So I guess this is where I tell you what I learned - my conclusion, right? Well, my conclusion is: Hate is baggage. Life's too short to be pissed off all the time. It's just not worth it. Derek says it's always good to end a paper with a quote. He says someone else has already said it best. So if you can't top it, steal from them and go out strong. So I picked a guy I thought you'd like. 'We are not enemies, but friends. We must not be enemies. Though passion may have strained, it must not break our bonds of affection. The mystic chords of memory will swell when again touched, as surely they will be, by the better angels of our nature."


(hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri... American History -x)... gençlik, gerçekler, yalanlar, faşizm, zenciler, uyuşturucu, acı, aile ilişkileri üzerine muhteşem bir film... ve o filmin en son sahnesinde küçük Danny'nin yazdığı okul ödevinin son paragrafı.)

3.5.10

Lila Downs -nam-ı diğer Frida'nın soundtrack'inin muhteşem sesi geliyor!!!




Kendisi Türkiye'de bir kez daha konser vermişti ama o zamanlar ben bu muhteşem kadını tanımıyordum henüz. Ama artık neredeyse her gün bir parçasını mutlaka dinliyorum. Ne kadar güzel bir sesi var. Kendisi Cemal Reşit Rey'de 16 Mayıs'ta konser verecek. Veee benim iki kişilik biletim var!!!:)))

Leopar desenli ayakkabı istiyorum




Artık havalar ısındı. Güzel topuklu yazlık ayakkabılarımı iğrenç kutularından çıkarmanın zamanı da geldi. Şıkır şıkır güzel güzel giymek istiyorum hepsini. Neyse bu yaz böyle leopar desenli bir ayakkabı yaptırayım dedim. Benim bu ayakkabı fetişim de son iki yıldır tavana vurmuş şekilde. Sürekli ayakkabı alıyorum; sonra da onun üzerine uyan elbiseler. Topuklu, tabanlı, sivri topuklu, mor, siyah, yeşil, buz mavisi falan... Neyse dedim ya leopar desenli diye; bir tane var siyah-beyaz ama ben kahverengi istiyorum. Tanıdığım bir ayakkabıcı var, orda yaptıracağım. İnternette gezinirken birkaç model beğendim. Seç-beğen-al...
Tam sayfayı kapatırken bir de erkek leopar ayakkabı buldum. Vaz mı geçsem acaba? Kabus gibi olmuş yaaaa!!! Sevgilinizin bir gün bu ayakkabıyla geldiğini bir düşünsenize. Bir erkek bu ayakkabıyla; hem de ayağı fırıncı küreği gibi...igggghhhhhh....

Efsane Dış Haberler "Muhabiri" Christian Amanpour'un vedası


Dünyanın en başarılı kadın muhabiri kendisi. İlerlemiş yaşına karşın hala arşın arşın dünyayı gezen bir kadın Christian Amanpour. 27 yıl sonra çalıştığı CNN'den ABC televizyonuna transfer oldu. Son programında ise bir veda konuşması yaptı. Geçmişte yaptığı söyleşilerden (aralarında Tayyip'inki de var), gittiği ülkelerde yaptığı çekimlerden alıntılar da var. Bundan birkaç yıl önce de "War of God" adlı bir belgesel hazırlamıştı ki takdire şayandır. Her üç dininin de içinde birçok radikal, savaşçı ruhunu içerdiğini ve hepsinin yeri geldiğinde tehlikeli olabildiğini yaklaşık iki senelik bir çalışmayla hazırladığı belgeselde mükemmel bir dille anlatmıştı. Bulup izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Belki evet bilmem ne girift ilişkileri, ABD ajanı durumları olabilir ama ben yine de bu kadının haberciliğine gerçekten hayranım!!!

Güzel bir pazartesi dilerim herkese

Sanırım bu hafta sonu şampiyon belli olacak. Değil mi? Yani artık o kadar yakından takip etmiyorum ama yine de seviyorum heyecanı ligin sonuna doğru. Haftasonları işten çıkıp Taksim'e giderken Beşiktaş maçı varsa o çarşının siyah-beyaz renklere bürünmesini, Kadıköy'deysem Fenerlilerin atkılarıyla yürümelerini seviyorum. Tabii hiçbiri asil güzel Beşiktaşımın Dolmabahçe yolundan İnönü'ye çıkışı kadar mutluluk verici olamaz ama olsun. Şimdi Bursa da olamıyor; geçen yıl da Sivas kaçırmıştı şampiyonluğu. Yazık oldu bence. Yani biz olamıyorsak onlar olsaydı bari şampiyon değil mi? Bu arada geçen yıl Denizli'ye bizim şampiyonluk maçı için gittiğim aklıma geldi. O keyif de ayrı bir mutluluktu...
Neyse internette gezinirken Shakira'nın Dünya Kupası için yaptığı şarkıya rastladım. İçinde onlarca futbol maçından gol ve sevinç sahneleri var. Bir de Nihat Kahveci'nin Çek Cumhuriyeti'ne attığı gol de var. Ben de sabah sabah açtım ve o muhteşem 2-0'dan 2-3'ye çevirdiğimiz maçın gollerini izledim. Muhteşem bir keyif yaaa... Buyrun o güzelim maçı bir kez daha izlemeye....
Herkese iyi pazartesiler!!!

19.4.10

Bizim ceylan derilerine bir bakın bir de İzlanda Meclisi'ne


TBMM'nin yeni salonu yıllar önce yeniden yapılandığında kırmızı ceylan derisi koltuklar yüzünden yer yerinden oynamıştı. Bu kadar işsizliğin olduğu bir ülkede bu denli harcama olur muydu? Dünya öyle değil tabii ki. İngiltere'de hükümet binlerce yıl öncesinden kalma bir salonda devleti yönetiyor. Eski ama etkili bir meclis binası...
İzlanda'nın ise minicik bir salonu var. 

Bu koltuk kime ait sizce?


İzlanda'dayken bir ofisi ziyaret ettim. Orada öylesine tek başına bir koridorun dibinde, önünde iki sade sandalye bulunan bir koltuğa rastladım. İzlandalı gazeteci arkadaşım Björgvin'e "burada kim oturuyor" diye sorduğumda yanıtına inanamadım. Sizce hangi üst düzey koltuğa aittir bu? 

18.4.10

Eyjafjallajokull'un intikamı

Komik bir dünyada yaşıyoruz. Yani süper teknolojiler var, insanlar süper sonik uçaklar yapıyor; ingiltereden avustralyaya 5 saatte uçulacağı söyleniyor, cep telefonları, internet, uydular, uluslararası uzay istasyonu var mesela bilinmeyen derinliğin bir yerlerinde. yani insanoğlu düşünüyor düşünüyor, tasarlıyor, yaratıyor ve geri kalanların hizmetine sunuyor. niçin? dünyayı daha hızlı yaşayabilmek için... hızla, zaman kaybetmeden. hemen. neden çünkü artık zaman para demek. daha çok zamanınız varsa daha çok kazanırsınız. aşklar, işler, yolculuklar hep hızlı. hazmetmeden, çabuk unutularak yaşanılan hayatlar... 
peki yaradanın yarattığı, ya da her nasıl oluşmuşsa doğa bu hızı seviyor mu hiç sordunuz mu? onun milyarlarca yıldır kurduğu düzeni daha çok bilmem ne için değiştirmeye çalıştığınızda doğanın neler hissettiğini hiç sordunuz mu? İnsanın dünyayı kendine göre ayarlamasına sinirleniyor bence artık doğa. bıktı çünkü insanın açgözlülüğünden ve işte püskürtüverdi küllerini dünyanın; insanlığın; daha çok için her şeyi yapmak isteyenlerin üzerine. ne oldu peki? dünya yavaşlaştı. gerçek hızına ulaştı değil mi? herkes bekliyor. havaalanlarında ağır ağır. bir yere gitmeden, zamanı yaya yaya. dün okudum almanya savunma bakanı afganistandan hava sahası kapalı olduğu için istanbula inmiş ve buradan da arabasıyla almanyaya gidecekmiş. aklıma 14, 15 ya da ne bileyim arabanın keşfedilmediği yıllar geldi. o zamanlarda at arabalarıyla yolculuk ediliyordu ya; eee imparatorluklar da kuruldu, halklar da yönetildi; tutkulu zamana yayılan uzun soluklu aşklar da yaşandı. yaşanmadı mı? hepsi yaşandı. 
şimdiyse dünya minicik bir ülke olan İzlanda'nın bir volkanik dağının intikamını aldıktan sonra dinlenmesi için dua ediyor. bence geriye oturun ve yavaş yaşanan dünyanın tadını çıkarın. daha çok okuyun, yanınızdakiyle daha derin sohbetler edin, daha çok müzik dinleyin, ama aslında daha çok kendinizi dinleyin...

hee bir de ekonomik kriz sırasında Ekim 2008'de İzlanda'ya gitmiştim 4 günlüğüne. krizin minicik bir ülkeyi nasıl mahvettiğini yerinde görmek için. İşte o minik ülke bir kez daha dünyayı ayağa kaldırdı. madem bol bol vaktiniz var buyrun bugün küller altındaki olan ancak aslında muhteşem temiz bir havaya ve bir o kadar sıcakkanlı insanlara sahip İzlanda resimlerine bakmaya... 

Minik İzlanda adasının belediye binasındaki maketi. Başkenti solda, patlayan yanardağ ise kuzeyde. 
Ne güzel bina değil mi? Minik gölün arkasındaki binalara hayran kalmıştım orada. 
İzlanda'nın en büyük geliri balıkçılıktan geliyor. Burası da en büyük liman. 




Bu iki kız da gazetemiz tarafından birinci sayfaya konulmuşlardı. Döndüğümde herkes ikisini konuşuyordu. Benim de Başbakanla resmimi koymuşlardı, ama bunların onda biri büyüklükte:)) 
Burası da başkent Rejkavik'in en ünlü alışveriş caddesi
Gençlerle çok eğlenmiştim. Üniversiteden çıktıktan sonra ekonomik kriz konuşuyorduk, bir anda poz vermeye başladılar. Sonra hepsine resimlerini göndermiştim. 
Bu da ben... Güneşe bakmayın; sıfırın altında donmuştum. 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------


14.4.10

Lyon... Fransa'nın küçük ama şirin kenti...



Lyon, Fransa’nın orta-güney bölgesinde minik bir kent. Kardeşime göre burada çok fazla göçmen-yabancı yokmuş. Genelde yabancılar oraya okumak için giden öğrencilerden oluşuyor. Etrafa baktığımda incecik ama gerçekten ileri yaşta bile olsalar en fazla 40 beden kadınlar ve erkekler gördüm. Hepsi mi incecik olur yaa... Fransızlar zayıf derlerdi de inanmazdım. İnce uzun insanlar.

Dümdüz bir kent Lyon. Yürü yürü dur. Belki de zayıf olmalarının en büyük nedeni budur dedik kendi kendimize. Lyon’da en güzel ne yapılır? Rhone nehri çevresinde yürünebilirsiniz, ayışığının keyfini çıkarabilirsiniz. Eski Lyon anlamına gelen “Vieux Lyon”da gezinebilirsiniz. Daracık sokaklarda, Arnavut kaldırımları üzerinde adımlarınızı yavaşlatıp taş evlere hayran kalabilirsiniz. Aslında bizim Tarlabaşı’ndaki evlere o kadar benziyorlar ki. Binaların büyük bir kısmı 1800’lerden kalma, oymalı girişlere sahip, balkonsuzlar. Ancak içinde yürümek bile insanı korkutan Tarlabaşı’ndan çok daha bakımlı, gösterişli ve güvenli bir bölge burası. Binaların altına lokantalar açmışlar. Genelde “menu” usulü çalışıyorlar. Bir başlangıç, ana yemek ve tatlı, 12-25 euro arası. İsterseniz kafanıza göre takılıp da karnınızı doyurabilirsiniz menüden ayrı olarak.

Lyon’un ana caddesi Victor Hugo denilen yer. Sokağa çıkan Belle Cour denilen büyük bir park var. Tipik Avrupa kenti; bisiklete binenler, paten kayanlar, çocuklarını gezdirenler. Biz gittiğimizde paskalya tatili başlamıştı ve sokaklar tıklım tıklımdı. Funikülere binerek kentin tek yüksek noktasındaki kiliseyi de ziyaret edebilirsiniz. Bir de cumartesi günleri ile pazar 12’ye kadar açık olan halk pazarına da uğramadan dönmeyin. Nehrin hemen kenarına kuruluyor. Birbirinden güzel peynirler ve deniz ürünleri var. Oradan alıp arkasındaki kafelerde yiyebilirsiniz. Bu arada pazar günleri neredeyse bütün mağazalar, marketler kapalı. O yüzden ne alacaksanız mutlaka cumartesinden halledin. Biz kardeşimin yurdunda pazar akşamı yemek yapalım dedik de hiçbir malzememiz olmadığı için vazgeçmek zorunda kaldık. Yemeklerin büyük bir kısmında domuz eti var; yemeyenler için söyleyelim “poulet” tavuk; “bouef” (sanırım böyle yazılıyordu) ise dana eti anlamına geliyor. Hani bilgeden söylemesi. Hee bir de unutmadan haşlanmış midye var; bizim midye dolmanın içinde pirinç olmayanından en az 40 tane alıyor, bir tencerenin içine atıyor, sosla kaynatıp getiriyorlar. Tencereden de açıp açıp yiyorsunuz. Çok merak ettim nasıl bir tadı olduğunu ama işte bir onu yapamadan dönüyorum... Geri dönecek bir nedenim kaldı sonundaJ...

Lyon gerçekten güzel bir kent. Birbirinden güzel ve düzenli binalar, kalburüstü insanların yaşadığı sokaklar, geniş meydanlar, temiz hava ve lezzetli Fransız şaraplarıyla süslü bir kent işte. Paris’in karma karışık dünyasından çok farklı, sessiz, keyifli bir kent. Bilge tavsiye eder de eder...

 

Geri geldim küllerimden doğdum yeniden:))


Biliyorum bayağı uzun bir süredir yazmıyorum. Aslında Bağdat’tan o kadar çok yazdım ki bir süre içimden bilgisayarı bile açmak gelmedi. Sonra yurt dışından bir arkadaşım blog’umun hacklendiğini söyledi. Blog’a girildiğinde otomatik olarak başka bir siteye yönlendiriyormuş. Onu düzeltmek için o kadar çok girdim, blog yöneticileriyle emailleştim, düzelip düzelmediğiyle o kadar kafa yordum ki bir süre girmek bile gelmedi içimden. Ama sonra baktım tıklar hep var; azalsa da hiç son bulmuyor. Sonra mail atanlar var; sonra yorum yapanlar... eee neredeyse bir ay oldu; karalamak lazım geldi. Bir de bir sürü yazı birikti; bir sürü yolculuk geçti; bir sürü anı doldu.... eee bilge duramaz yazar yazar yazar...
Şu anda neredeyim biliyor musunuz? Paris’te Charles De Gaulle havaalanında Barcelona’ya gidecek olan uçağımı bekliyorum. Solumda iki Arap bir memleketten gelen iki Fransız var. Arada fransızca ve arapça konuşmalarından belli sanırım. Etraf yine dünyanın her tarafında olduğu gibi çekik gözlülerle dolu. Sanırım dünyanın turizm ihtiyacını japonlar ve çinliler dolduruyor. Hani onlar evde bir otursa her yer parasızlıktan kırılır bence. İtalyanlar Paris’ten aldıkları hediyeleri birbirlerine gösteriyorlar. Bağıra bağıra tabii ki... Eşcinsel bir çift de var. Birbirlerini bayağı seviyor gözüküyorlar.

Benim biraz ateşim var. Yüzüm yanıyor. Hasta mı olacağım acaba? Hayır... Barcelona’da hasta hasta gezmek istemiyorum. Niye mi gidiyorum İspanya’nın en güzel kentine? Aslında şuradan başlayayım. Erkek kardeşim Fransa’nın Lyon kentinde fransızca öğrenmekle meşgul. Annem, ben ve ablam onu ziyarete gittik. Böyle taksicilerler, kasadaki kadınlarla Fransızca konuşmasına hayran hayran baktık. Oradan da iki günlüğüne Paris’e gittik. Annem Eyfel Kulesi’ni görmeden Fransa’dan dönmem deyip durdu. Ama Eyfel’e gittiğimizde asansörü bulamadığımız için neredeyse 600 merdiveni yürüyerek çıktığında, sanırım biraz da olsa pişman oldu. Ama yine de onu tebrik ediyorum; iyi bir performans sergiledi. En tepeden Paris’e kuşbakışı baktığında gerçekten çok keyifliydi. İşte o ikisini ben otelde bıraktım, havaalanı otobüsüne bindim ve şu anda buradayım. Barcelona’da da Avrupa Birliği üzerine bir toplantı var. Ermenistan’a beni davet eden Tesev düzenliyor. Bayağı üst düzey bir katılım olacak sanırım. Üç günlüğüne de oradayım... Bir sonraki seyahatim ne zaman mı olacak? Onu bilmiyorum henüz ama bilge kalmaz-kalamaz-kalmayacak sanırım asla evinde bir ayın 30 günü... Olsun bilge yine de mutlu dünyayı görmekten, farklı insanlar tanımaktan, farklı diller konuşmaktan, farklı kentleri koklamaktan, farklı yemekleri tatmaktan, farklı hikayeleri hiç tanımadıklarına anlatmaktan... Uçağım kalkmak üzere. Şimdilik hoşçakalın... Uzak kaldığım için de özür dilerim. Bir daha olmayacak söz☺ (bu arada uçağı kaçırıyordum az kalsın yazıya dalarak. En son binen bendim!!!)

(Not: resim olarak da iki yıl önce barcelonada çektiğim bir fotoğrafı koydum. dünyanın gerçekten en güzel kentlerinden biridir kendisi!!!)