Önüme yeni bir sayfa açtım New York'la ilgili bir şeyler karalamak için. Ama önce yurdumda ne oluyor dedim ve gazetelerin internet sitelerine şöyle bir baktım (kanda gazetecilik var ya haberlere bakmadan ancak bir gün geçebiliyor)...
İlk gözüme çarpan haber, İstanbul'un -ki aslında Boğaz'ın - dünyanın en iyi 5'inci manzarasına sahip olduğuydu... Sıralama ise ABD'deki Büyük Kanyon, Hong Kong, Tayland ve New York Rockefeller binalarıydı.
Bana göreyse bu listenin en üstünde olmalı Boğaz... İki yakadan da karşısı geceleri Binbir Gece Masalları'ndaki gibi büyülüdür. Hafif garb ama daha çok şarkın mistizismi içinde büyüler kişiyi...
Gelelim New York'a... Şu anda saat sabahın 6 buçuğu... Aradaki 7 saat farktan ötürü horozlar gibi ayaktayım. Kent yeni yeni uyanıyor. Sokaklarda sadece taksiciler var. Yine bir haber için buradayım. Dördüncü gelişim bu yıl. Ama çok iyi bilmiyorum hala New York'u, çünkü çok kalmıyorum. o yüzden iyi tanıyanlar gücenmesinler izlenimlerime...
Aslında bana sorarsanız buraya gezip görmeye niye gelinir asla anlamam. Kimilerine göre New York dünyanın başkenti. 170 ayrı dilin konuşulduğu, binlerce etnik kimliği içinde barındıran, dünyanın ekonomisinin kalbinin attığı bir kent. Yüzlerce yıllık tarihi, gökdelenleri, Harlem'i, alışveriş çılgınlığı ve ışıl ışıl Manhattan'ıyla belki görülmeye değer olabilir.
Ama ben burada daha çok kaos, sağa sola koşturmaca, para kazanma hırsı hissediyorum. Lüks arabalar, evsizler, kalabalık ama içinde yapayalnız insanlar, yoksul siyahiler...
Bana göre burası çok eski bir kent. Her yerinde sürekli bir tamirat var. Bir de fareleriyle ünlü desem. Metroda, sokakta, hemen hemen her yerde fareler var. Kent yıllardır yenilenmediği için onlar da kendilerine bir yaşam alanı oluşturmuşlar. Tabii oteller de bundan nasibini almış. Saolsun gazete bana hep merkezde güzel bir otel ayarlıyor, ancak Sheraton dahil kalorifer sistemlerini görmelisiniz. İçinden tozların uçuştuğu, kırık düğmeleri olan ısıtıcılar. Bir görevliye sormuştum nedir bunlar diye; yanıtı valla bu oteller yıkılıp yeniden yapılsa belki düzelirler demişti. Ama bu mümkün değil tabii.. Nerde bizim bakımlı, lüks otellerimiz...
Bir de gökdelenlere dayanamıyorum. Bir önceki geldiğimde bir dükkana girmiştim. Ama gazeteye de haber yetiştirmek için saatte gözüm. Aman tanrım bir baktım hava kararmış. Yandık dedim içimden ve kendimi dışarıya zor attım. Aslında saat daha 3'müş ama gökdelenler yüzünden sokağa ışık girmediği için akşam oldu sanmıştım. Evet biliyorum saksılık olabilir yaptığım, ama gerçekten sokaklara ışık girmiyor.
Yok ben güneşi görmek istiyorum diyorsanız en iyi adres Central Park. Muhteşem denebilir. Bir kere kocaman. Her köşesinde bir şeyler dönüyor. Kimileri müzik çalıyor, kimileri dans ediyor, kimileri ise yarenini koynuna almış güneş altında öpüşüyor.
Biliyorum biraz uzattım... Ama yazacak çok şey var. Yine devam edeceğim. Ama eğer en iyi his nedir bu kentte derseniz herhalde yanıtım özgürlük olacaktır. Gerçekten de herkes özgür burada. Minicik etekleri, derin dekolteleriyle cesurca yürüyen birbirinden şık kadınları gördüğümde ben özeniyorum şahsen. İsteyen teybini koyup sokak ortasında rap yapıyor. Yılda birkaç kez sadece protesto olsun diye metroya donuyla binenler var bu kentte. Bunların hangi birini İstanbul'da yapabiliriz ki?
Zaten kentler gelip gitmekle değil içinde yaşamakla anlaşılır ancak. O yüzden buraya aşık olup kalanlara saygı duyuyorum.
Şimdi bir şeyler yemem gerek. Saat 8'i buldu. Daha çok şey var yazacak ama şimdilik bu kadar...
(resimlere dair notlar: ilki 42'inci caddedeki metroda müzisyenler. diğer ikisi Central Park'ta çekildi. diğeri meşhur alışveriş caddesi 5'inci caddede bir vitrin. Sonuncusu ise şu anda otel odamdan dışarının görüntüsü ve gökdelenler...)